Jung’un geliştirdiği düşünce ekolü, kendisiyle aynı akademik gelenekten gelen Freud ve Adler’den, dine yönelik farklı tutumu nedeniyle ayrılmaktadır. Çünkü Jung, dini yönelimi, insan hayatındaki merkezi problem olarak görmüş olan ilk psikanalisttir. Ayrıca yaşadığı dönemde psikoloji alanına din psikolojisi ile ilgili konuları en fazla dahil eden psikolog olduğu, ve dini bakış açısı ondan daha fazla tartışılan başka bir psikolog olmadığı da bir gerçektir. Dahası bir psikoloğun dine bu denli yönelmesi, dönemi için istisnai bir durum olarak kabul edilmiştir.[1] Bu yönelişinde de yakın aile çevresinin dindar oluşunun, papaz evi, kilise ve mezarlık gibi Hıristiyanlığın baskın etkisi altında bulunan bir ortamda yaşamış olmasının rolü kuşkusuz hayli fazladır.
Jung, ‘din’ kavramından bahsederken belirli bir inanç kabulü veya itikadı kastetmemektedir. O her inanç sisteminin ya da mezhebin, ‘numinosum’[2] tecrübesi ile temellendiğini savunurken, numinosum etkisinin bir tecrübeyi uyandırdığına, bu tecrübenin ise sadakat, inanç ve güven gibi duyguları açığa çıkararak, bir bilinç değişimini sağladığından bahseder.
Dini ve Tanrı’yı teolojik açıdan ziyade, daha fonksiyonel olarak ele alan Jung, iki olguyu da psişik etkileri kapsamında değerlendirmiştir. Gözlemleri dahilinde yorumlar yapmış, bunun dışında kalan metafizik alan ile felsefi yorumları ise bir kenara bırakmıştır.[3] Psikoterapist kimliğini ortaya koyduktan sonra Jung, Tanrı’nın varlığına yönelik iki farklı yaklaşım sergilemiştir. Bunlardan bir tanesi, psikoterapist kimliği altında, deneysellikten taviz vermeme çabasıyla hareket ederken, bilimsel dayanağa sahip olmayan görüşlerin hiçbirinin, psikolojinin konusu olamayacağı düşüncesinden kaynaklanan yaklaşımıdır. Ampirist sınırlar kapsamında dini kavramları formüle etmeye çalışan Jung, bu formülasyonun ancak dini tecrübeler vasıtasıyla yapılabileceğini savunur. Buna göre tüm dinlerin temelinde, insan ırkının kolektif bilinçdışında yatan psikolojik kökleri bulunmaktadır. Dolayısıyla din, teolojik bir problem olarak değil, daha ziyade tecrübenin bir problemi olarak karşımıza çıkmaktadır.[4] Öte yandan, din ile daha yakın bir ilişki kurduğu diğer yaklaşımında ise Jung, her ne kadar Tanrı’nın ontolojik varlığına yönelik net bir çıkarım ortaya koymasa da, Tanrı’yı psişedeki en güçlü imaj olarak tanımlamış, insan psişesinde var olan bir imajın, aslında bir hakikatin de gerçek varlığına işaret ettiğini belirtmiştir. İnsan zihninin kendi sınırlarının ötesini kavrayamayacağını ve bazı Tanrısal işaretler gelse dahi bunu bilimsel açıdan ispatlamanın mümkün olamayacağını belirten Jung, bu bağlamda bilimin sınırlarının ötesinde de keşfedilmeyi bekleyen gerçek olaylar olduğunu kabul ederek, bu sınırların dışında kalan diğer olayları önemsiz görmediğini de ayrıca vurgulamıştır.[5]
[1] Bahadır, Abdulkerim, Jung ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2007), s. 10
[2] ‘Numinosum’ kavramı, Jung’un görüşlerinden etkilendiği Rudolf Otto’ya ait bir kavramdır. Otto’nun, insanüstü objektif bir varoluşa işaret eden ‘numen’ kavramından türettiği bu kavramı Jung, dini gelenek ve göreneğe kaynak teşkil eden, insanın iradesinden bağımsız olarak mevcut bir insani kavram olarak ‘kutsal’a yakın bir manada kullanmıştır. C.G. Jung, Psikoloji ve Din
[3] C.G. Jung, Psikoloji ve Din
[4] Jeeves, M. A., Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, ‘Din Psikolojisi’ makalesi, çev. Ahmet Albayrak, cilt 10, sayı 2, 2010 s. 275-286, (s. 280.)
[5] Ayten, Ali, Psikoloji ve Din Psikologların Din ve Tanrı Görüşleri, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 71.
- Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.