Kategori: <span>KLİNİK PSİKOLOJİ</span>

Manevi Değerler ve Psikoterapi

 

 

 

 

 

Değerler kavramı, asırlar öncesinden beri felsefenin önemli inceleme konularından biri olmuştur. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi ünlü düşünürler ahlak felsefesi kapsamında değerler konusunu ele alırken, ‘değerler bilimi’ adı altında ‘Aksiyoloji’, ruhsal gelişim kapsamında Zen Budizmi, Taoizm gibi doğu tabanlı yaklaşımlar kapsamında incelenmiştir.

Semavi dinlerin kutsal kitaplarında da bireysel ve toplumsal değerler konusu ele alınmış, inanan kişilerin sahip olması ve geliştirmesi gereken manevi değerlerden sıklıkla bahsedilmiştir.

Değerler ve bu bağlamda yaşamın anlamlı kılınması gibi hususlar Varoluşçu felsefe ve psikoterapinin de başlıca odakları arasındadır. Geçmişten günümüze biraz daha yaklaştığımızda değerler konusu, Maslow’un araştırmalarında, Jung’un, Eric Fromm ve Karen Horney’ in yaklaşımlarında, Victor Frankl’ın Logoterapi’sinde önemli bir yer bulmuştur.

Psikoterapinin klinik pratiğinde son yarım asırda Freud ve diğerleri ile süregiden Psikoanalitik ve Psikodinamik yaklaşımlar ve son otuz yılda hâkimiyetini arttıran Bilişsel Davranışçı Terapiler, değerler konusunu terapinin ana hatları kapsamında incelememişlerdir. Değerler, kavramının terapi sürecinin ana hatları içerisine alınması ve klinik pratikte daha yapılandırılmış bir biçimde kullanılması daha öncesinde gelişen ancak son on yılda etki alanını daha çok arttıran Kabul ve Kararlılık Terapisi (KKT) ile olmuştur.

KKT, insanın psikolojik sağlığını ‘psikolojik esneklik’ ile açıklamakta ve bunun için de altı gerekli öğe olduğunu vurgulamaktadır. ‘Hexaflex’ adını verdiği psikolojik esnekliğin sembolü olan altıgenin odak noktaları; kabul, şimdiki anda olma, defüzyon, bağlamsal kendilik, kararlılık ve değerler dir (Hayes et al., 1999; Hayes and Smith 2005).

 

KKT’nin tanımına göre değerler, hiçbir zaman somut olarak elde edilemeyen ancak hayatın her anında bulabileceğimiz bir niteliğe sahip amaçlı davranışlarımıza yön veren seçimlerimizdir (Dahl et al., 2009). KKT, danışanlara seçmiş oldukları çeşitli değer alanları (ailevi, mesleki, dini, vb.) yönünde hareket etmelerine yardım ederken; yaşamı kendileri için değerli kılan unsurları amaç ve hedeflerden ayırarak tanımlayabilmelerini sağlar (Hayes and Smith, 2005)

Değerler; “hedefler”, “arzular” ya da “amaçlar” ile karıştırılmamalıdır. Örneğin, sınıfı geçmek, bir yaşam değeri değil “hedef”tir. Para kazanmak, terfi etmek, ünlü olmak da yine aynı şekilde değerlendirilir. Tüm bunlar, ulaşıldığında bitmeye ve tükenmeye mahkum, ‘sahip olma’ halleridirler. Oysaki değerler, ulaşıldığında tükenmeyen bir “olma hali”ni temsil eder (Flaxman, et al, 2011). Eğer “şefkatli biri olmak” gibi bir yaşam değeri mevcut ise yüzlerce defa şefkatli davranılabilir ancak şefkatli olma değeri tüketilemez. Dolayısıyla ulaşıldığında ya da sınırsız sayıda kullanımına rağmen tükenmeyen ve yaşamı anlamlı kılan öğelere değerler denmektedir (Hayes and Simith, 2005; Luoma et al., 2007; Dahl, et al., 2009).

Değerler, “evrensel” değildirler (Hayes, 2007). Kişisel seçimler ile belirlenirler (Harris, 2007; Hayes, 2007; Westrup, 2014). Ancak bilinçli ya da bilinçsiz bireyler değerler noktasında birtakım seçimler yaparlar. Kimi, değerler ile olan bağlantısını kararlı bir biçimde devam ettirirken, kimi de bu bağlantıyı gün geçtikçe zayıflatır (Hayes, et al., 1999). Değerler, aile, iş, ilişkiler, spirütüelizm, sağlık gibi bir çok alanda kişiye bağlı olarak farklı biçimlerde türetilebilir (Dahl et al., 2009; Hayes et al., 2012). Değerler din ile ilgili olabilir, ancak dini bir olgu olmak zorunda da değildir (Hayes et al., 2004).

Değerler, “içsel-duygusal durumlar” değildirler. Değerler, diğer insanların bireye nasıl davrandığı, bireyin sahip olmak istediği ya da kaçınmak istediği duygu ya da düşünceler ile de ilgili değildir. Değerler, daha esnek bir yaşam sürdürmek için gerekli olan, düşünce, duygu ve olayların geçiciliği karşısında kalıcı ve süreğen bir yön ve eylem pusulası sunan, en önemlisi de kararlılık, eylem ve bağlantılılık gerektiren olgulardır (Stoddard et al., 2014). Dürüstlük, üretkenlik, yardımseverlik, sevecenlik, şefkat, şükredicilik ve affedicilik gibi değerler KKT’nin değerler tanımına uymaktadır. Dolayısıyla değerler, yaşam boyu tükenmeyen, ancak günlük hayatta eylem gerektiren pusulalardır (Chan, 2006; Polk and Schoendorff, 2009; Dahl et al., 2009).

Değerler, sıfat ya da tanımlamalara işaret etmez (Hayes et al., 1999; Hayes and Smith, 2005; Stoddard et al., 2014). Daha çok eylemde bulunmaya ya da ‘olma’ haline denk gelen fiiler şeklinde açıklanabilirler (Hayes and Smith, 2005). Örneğin, ‘güzel bir eve sahip olmak’ ya da ‘çok sevilmek’ bir değer değil iken, ‘içten bir şekilde insanları sevebilmek’, KKT açısından bir yaşam değeridir. Dolayısıyla değerler, sahip olduğumuz şeyler, objeler, sıfatlar ve geçici hedefler değil seçtiğimiz ‘olma’ hallerini tanımlayan ilkelerdir (Hayes and Smith, 2005). Değerler, göreceli ve kişiye göre değişebilir olgulardır. Sahip olunduğunda tükenmez, ulaşıldığında azalmaz ya da bitmezler. Örneğin ‘sınıfı geçmek’ bir hedef olarak açıklanırken, ‘üretken olmak’ bir yaşam değeri şeklinde tanımlanabilir (Dahl et al., 2009).

KKT yaklaşımına göre değerler ekseninde bir yaşam sürmek terapinin ana odağıdır. Her birey tarafından ‘seçilmiş’, hayatı anlamlı ve önemli kılan ilkeler olarak tanımlanan değerler yaşam olaylarını anlamlandırmada ihtiyaç duyulan bağlamın da temel belirleyicisidir.

 

 

• Makale Uzm. Psk. Ali Engin Uygur’un “Değerler Sisteminin (Dini Başa Çıkma, Affedicilik ve Şükredicilik Açısından) Anksiyete Duyarlılığı Üzerindeki Yordayıcı Etkisi: Metakognisyonların Aracı Rolü” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Psikolojik Gereksinimler Çerçevesinden Mutluluğa Bir Bakış – Nedir Mutluluk?

Mutluluk ihtiyaç mıdır?. Kişi mutluyken salgılanan dopamin hormonunun ulaştığı yüksek noktada kendini öyle iyi hisseder ki bazen bir defa gelinen noktanın yanına yaklaşabilmek için onlarca deneme yapmayı göze alabilir insan. Mutluluk farklı kılıklarda çıkabilir insanın karşısına, kişi zihninde arzuladığı o anı yakalamak için koşarken bazen dışı pasparlak ve kıpkırmızı fakat içini tamamen kurt kaplamış bir elmayı ısırabilir hesaba katmadan.

Mutluluk bağımlılık mıdır? kişi bir kez yaşadığı o hayallerindeki mutluluğu, aynı kişilerle, aynı hissiyatla, aynı yerde, aynı şekilde ikinci kez yaşadığında dahi şaşırabilir önceki hazza ulaşamadığına. Yepyeni değildir artık, alışılmıştır, açken tadına varılmış bir ıslak hamburgerin ikincisini yemek gibidir. Madde bağımlılığı gibidir tıpkı, kulandıkça tolerans geliştikçe yetmez, daha fazlasına ihtiyaç duyar bağımlılar, tıpkı mutluluğun peşinde koşarken tüm kaynakları tüketenler gibi.

Mutluluk aldatıcı mıdır? Hangi mutluluğu hangi yaranın merhemi olsun diye sürmeye çalıştığı çok önemlidir insanın. Bazen sevdiğiyle çok güzel ülkelerde tatiller yapmanın tüm karabulutları  dağıtabileceğini sanar insan fakat yağan sağnağın alasını gittiği yerde de görebilir. Bazen yeni bir hayat mutlu edecek sanar insan yeni bir girişim, bir nişanlılık, ama belki birkaç aydan öteye gidemez hisleri, zihnindeki mutluluk damıtma aygıtı sürekli yeni adımlara programlanmıştır çünkü, yeni girişimlerle doymadıkça değersizden de öte ceza gibi gelir başta çok istenip erişilmiş büyük arzular. Kariyerdir bazen mesele en güzel eğitimlere gidilse de yetmez hep neyi yapamadığını tarayan gözlere, iş yerinde atılım yapar ama ileride olanları gördükçe gömer tüm varlığını en derin çukurlara, alışveriş iyi gelir belki aysonu faturalarının pişmanlık tokadı patlayıncaya kadar, borçların yüküyle dolaşmak büyük karamsarlık ödemek nefes almaktır hayat verir der ta ki ensesinde bekleyen yeni arzularla yok olana kadar, “talihsiz” diye nitelendirir kendini zihni başkalarının sahip olduklarıyla her meşgul olduğunda… Mutlu olma ihtiyacı biter mi? Mutluluk açgözlülük müdür?

Mutluluk doyamamak mıdır? Yeni uyaran arayışı kendinde olmayıp başkalarında hoşa giden, ilgi çeken unsurları hedef seçer kendine. Başkalarında olanı kendininkiyle kıyaslarken kayıverir terazinin şirazesi. Bir araştırmada bilim gösterir ki, erkekler eşlerini aldatmada yüksek oranda daha az güzel çiçeklere konma peşine düşerler. Demek ki terazinin havada kalan tarafına koymuştur kendindekileri, ağır gelen taraftaki “şey”ler revaçtadır malzemesine bakılmadan. Nedir peki eşinin yakınındaki güneşini adamın gözünde söndürüp karanlık bir tünelin öbür ucundaki minik ışık hüzmesini cazip yapan? Yenilik? Farklılık? Adrenalin? Kendinde olmayanın tadına bakma merakı bazen, uyaran ihtiyacını karşılayıp ayran gönlünü doyurma sendromu. Buna yatırım yapan kişi doyabilmek için acıkabilmelidir başta öyleyse, acıkmak için ihtiyaç duyduğu sebep ise buzdolabının kapağını açmadan tamtakır olduğuna, sahip olduklarının yetmeyeceğine inandırmasıdır kendisini, vazgeçer malzemeleri pişirip kendi sofrasını düzmekten. Bazen lüks bir restoranda yemek yiyenler cazip gelir gözüne, bazen de fastfoodçudakiler.

Mutluluğun tercümesi nedir öyleyse? Mutluluk ayakların kopuncaya kadar koşmak mıdır, yoksa vazgeçmek midir?

Bir hediyedir mesela, maddi ya da manevi, hediyeye değerini veren ise onun anlamını fark edebilmektir. Teşekkürdür mutluluk, size teslim edilenin karşılığını en güzel şekilde verebilmektir. Beğenmektir mutluluk, sizde olanı taktir edebilme ve minnettarlıktır, unutmamak, hatırlamak, bir an değil her zaman. Tüm bunları kapsayan Kuran’da da vurgulanan bir kavramdır, “Şükretmek”… Şükreden insan bir “şey”e ya da bir başkasına yönelik duyduğu memnuniyeti, Rabbine ya da ona imkan sağlayan kişiye farkındalığı aracılığıyla gösterir. Sahip olduğu “şey”in memnun olunacak parçalarını değerlendirebilme ve taktir etme duygusuna karşılık gelir. Anda kalabilmektir mutluluk, hayatın hızı ve dış dünyanın uyaran bombardumanı altında sürüp giden hayatlarımızda bir ana demir atabilmek ve gözle gördüğünü gönülle hissedebilmek için çaba harcayabilmektir. İnsanın kendisini bir anlık değil sürekli “farkında olma” ve “teşekkür etme” konusunda güdüleyebilmesidir. Gerçek doyum almaktır, bitmeyen yeni arzularla özkaynaklarını tüketip yıpratmasına ihtiyacı  olmadan insanın. Tevazu göstermesidir, gözündeki hırslara başını çevirerek. Yaşadığı anın içinde kalabilmektir gelecek endişelerinden, geçmiş sıkıntılardan arınarak. “Az”ın sağlamlığı ve kalıcılığıdır, “çok”un geçiciliği ve değişkenliği karşısında. Gerçek ihtiyaçların farkında olabilmektir, çok şey istemek yerine. Yaşam amacını doğru belirlemek ve yoldan şaşmamaktır, örfün modernitenin zihnine zerk ettiği hedefler silsilesi yerine…

Uzm. Psk. Ali Engin Uygur

Tükenmişlik Sendromu Nedir?

Tükenmişlik sendromu ilk olarak 1970’li yıllarda insanlarla yoğun diyalog içeren meslek çalışanlarında gözlemlenen psikolojik bir sendrom olarak tanımlanmıştır. Kelime anlamıyla paralel şekilde “tükenmişlik” den kasıt uzun bir süreç içerisinde gelişen, iş stresine dayalı duygusal çökkünlük haliyle birlikte fiziksel yorgunluğun ve enerji kaybının eşlik ettiği bir tabloyu içermektedir.

Pek çok sebep tükenmişlik sendromuna yol açabilir. Uygunsuz çalışma koşulları, kişilerin becerilerine uygun olmayan bir işte çalışmalarının getirdiği tatminsizlik, yetenek ve çabaların diğerleri tarafından görülmemesi, sorumluluk sahibi olunan alandaki bireysel düşünce ve fikirlere değer verilmemesi, kişilerin uygun başa çıkma davranışları gösterememeleri “tükenmişlik sendromu”nun bazı sebeplerindendir.

Bu sendroma yol açan başlıca stres kaynaklarından söz etmek gerekirse; işyerinde aşırı yoğunluk, zaman sıkışıklığı ve organizasyon eksikliği gibi, kurum içinde kariyer yükselişi olmaması, maddi yetersizlik, taktir görmeme, düşüncelerin önemsenmemesi gibi, bireysel bazlı uyku problemleri, düzensiz beslenme, aşırı sorumluluk duygusu, yüksek beklentiler, olumsuz duygu ve düşünceler gibi, diğer insanlarla ilişkideki bir takım çatışmalar, disfonksiyonel kişilerarası ilişkiler,  iş ve özel yaşamın birbirinden ayırt edilmekte zorlanılması gibi çeşitli etkenler sıralanabilir.

Tükenmişlik belirtileri gösteren kişi öncelikle duygusal olarak tükendiğini hisseder. Kişinin mesleki ilgisi ve coşkusunda azalma ile enerji kaybı bu duruma örnektir. Duygusal olarak tükenen kişi için ikinci aşama duyarsızlaşma aşamasıdır. Duyarsızlaşma duygusal olarak tükenen bireyin insanlarla ilişkisini sınırlayarak azaltması izole olarak içeri çekilmesi, empati yeteneklerinin iyice azalarak karşısındaki insanları görmeyen, duygu ve düşüncelerini önemsemeyen, onlarla empati kuramayan bir yapının ortaya çıkmasını dolayısıyla diğerlerine karşı negatif ve ilgisiz bir tutumu içerir. Duyarsızlaşma yaşayan birey belli bir süre sonra kendi durumu ile ilgili bir farkındalık geliştirerek kendisini iyi hissettiği eski zamanlarla şimdiki mutsuz ve değersiz hissettiği zamanları birbiriyle kıyaslar. Sorunların üstesinden gelmekte oldukça zorlandığını, üretkenliğinin son derece azaldığını farketmesiyle birlikte kendisini duygusal olarak daha da tükenmiş hissetmeye başlar ve gittikçe kötüleşen bir kısır döngünün içine girer.

Tükenmişlik sendromu başlangıçta sadece mesleğe yönelik tanımlanmış olmasına rağmen kişi hayatının insanlarla yoğun ilişki içeren bir çok alana ilişkin tükenmişlik yaşayabilir. Aile, okul, çalışma grubu, arkadaş grubu, organizasyon gibi pek çok alanda aynı şekilde sosyal izolasyon, duygusal çökkünlük, daha önceden başarıyla yapılan işlerde işlevsellik kaybı, fiziksel enerji azalması şeklinde görülebilir.

Tükenmişlik sendromu yaşayan bireyler başa çıkamadıkları sorunlar karşısında bazı psikopatolojik semptomlar gösteriler. Bu bireylerin acıyla başedebilmek uğruna geliştirdikleri işlevsel olmayan bazı kaçış yönleri olarak tanımlayabileceğimiz bazı savunma mekanizmaları bastırma, inkar, çarpıtma, karşıt  tepki kurma, entellektüalizasyon, yansıtma, yansıtmalı özdeşim gibi mekanizmalardır. Aynı zamanda bu kişiler bir takım somatik yakınmalar, yorgunluk, migren, sırt ve boyun ağrısı, nefes daralması, sık hastalanma, mide bağırsak problemleri, üriner sistem problemleri gösterebilirler. Duygusal geri çekilme gösteren bu bireyler uygunsuz duygulanım, depresyon belirtileri, kafa karışıklığı, konsatrasyon bozukluğu, şüphe, öfke, düşük öz saygı, kötümserlik, umutsuzluk ve anksiyete bozuklukları gibi tablolarla karşımıza gelebilirler.

Ancak tükenmişlik sendromu yaşan her birey depresyonda, her bireyin psikosomatik rahatsızlığı var, ya da her bireyin anksiyete bozukluğu da var demek doğru olmaz. Ortak belirtiler göstermesi, bu hastalıklara yatkın hale geldiğine işaret edebilir. Ancak bunlardan herhangi birisine yakalandığını kanıtlamaz. Bu hastalıklara ait tanımlanan belli sayıda semptomun belli bir kısmının belli bir süreyle bir arada görülmesi şartıyla saydığımız rahatsızlıklardan bir tanesinin tanısı koyulabilir.

Çocuklarda İhmal Edilme Hissinin Kişilik Gelişimi Üzerindeki Etkisi

Çocuklarda ihmal edilmenin psikolojik etkileri üzerinde duran Alfred Adler, bu durumun ilerleyen yıllarda kişilik gelişimi üzerinde yol açtığı sorunlara değinmiştir. Adler, şımarık çocuklardan daha düşük sıklıkta karşılaşılsa da tıpkı onun gibi gerçeklikten ayrı, kurgusal bir yaşam görüşüne sahip olan bir diğer sorunlu çocuk tipinin ihmal edilmiş çocuğun durumu olduğunu belirtir. İhmal edilmiş çocuk, başta annesi olmak üzere ona güven duygusunu aşılayacak kimseyi bulamamış, daha önce toplumsal duyguyu, birliktelik ve dayanışma hissini yaşayabileceği bir sosyal deneyime sahip olmamış, küçük yaştan itibaren kendisini ihmal edilmiş ve dışlanmış hissetmiştir. Aslına bakılırsa etrafımızda tam manasıyla doğuştan itibaren ihmal edilip yalnız bırakılan bir çocuk örneği görebilmek pek mümkün değildir. Çünkü bu şartlara maruz kalan bir bebeğin kendi başına hayatta kalma ihtimali yok denilecek kadar azdır. Yaşamının ilk yıllarında ilgisizlik ve ihmale maruz kalan pek çok çocuğun yaşama veda edebildiğini belirten Adler, hayatta kalabilenlerin yaşadıkları güçlüklerin ise onları ihmal edilmiş hisseden ve hayatı bu görüş üzerine kurgulayan çocuklar olmaya sevk ettiğini savunur. Ancak ihmal edilmiş hisseden çocukların pek çoğunun aslında başlangıçta bir süreliğine şımartılmış olduklarını, fakat kısa süre sonra şımartılma sürecinin sona ermesi sebebiyle kolayca kendilerini ihmal edilmiş hissedebildiklerini de ifade eder. Bu görüşten yola çıkarak kendisini sürekli ihmal edilmiş hisseden bir çocuğun geçmişinde şımartıldığı bir dönemin varlığından şüphe etmek yanlış olmaz.[1]

Psikolojik açıdan ihmal edilmiş hisseden bir çocuk, henüz küçük yaşta edindiği yetersiz deneyimiyle yaptığı yanlış çıkarımlar sonucu dış dünya ile işbirliğini keserek, tüm ilgisini kendisine yoğunlaştırmasıyla hataya sebebiyet verecek pek çok olumsuz eğilim sergileyebilir. Sevgi ve işbirliğini öğrenmediği için toplumu soğuk ve düşmanca gören ihmal edilmiş çocuk, insanların sevgi ve saygısını kazanabileceğinin farkında değildir, ayrıca kendisine güvenmemekte ve sahip olduğu kapasiteyi de küçümsemektedir. İletişim kurma ve insanlarla iyi geçinme konusunda bilgisiz olan ve işbirliği yapmayı öğrenmeyen ihmal edilmiş çocuk, Adler’e göre gerçekten güvenebileceği bir ‘başka insan’ bulamamıştır. Yaşamdaki başarısız pek çok kişinin öksüz ya da gayri meşru çocuklardan oluşması ve bu türden çocukların ihmal edilmiş çocuk sınıfına mensup olmaları üzücü bir gerçektir.[2]

Çocuklukta kendilerini ihmal edilmiş gören, küçümsenmiş hisseden kişiler ilerleyen yıllarda daha geniş bir sosyal çevreye karışmaya başladıklarında beğeni kazanmayı arzulayarak tehlike doğurabilecek durumlarla yüz yüze gelebilir, kendilerini pohpohlayan insanlar tarafından kolayca kandırılabilirler. Adler, evde onaylanmadığını hissederek sonunda beğenildikleri ve ilgi odağı haline geldikleri bir konum kazanabilme hevesiyle cinsel ilişki yaşamaya başlayan pek çok kız ile karşılaştığını belirtmektedir.[3]

Bireylerin yaşama ilişkin tutumunun ilk gelişim evresinde hatalara sebebiyet vermemek için aile içinde çocuklara eşit davranmaya, ayrımcılık yapmamaya, bir çocuğu diğer çocuğa yeğlememeye dikkat edilmelidir. Bireysel Psikoloji açısından bir çocuğun diğerinden üstün tutulduğu ortamlar cesaret kırıcıdır, ayrıca kıskançlık, yetersizlik gibi olumsuz hislerin gelişmesine ve işbirliği yeteneğinin kaybolmasına da yol açar.

[1] Alfred Adler, “The General System of Individual Psychology: Overview and Summary of Classical Adlerian Theory & Current Practice”, The Collected Clinical Works of Alfred Adler, Ed. Henry T. Stein, C. XII, (Washington: Alfred Adler Institute, 2006).

[2] Adler, Yaşamın Anlamı.

[3] A.e.

 

 

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Fiziksel Yetersizliklerin Bireyde Kişilik Gelişimi Üzerindeki Psikolojik Etkileri

Fiziksel kusurlar ve organ yetersizlikleri bireyin yaşamı süresince bir takım engeller yaratabilecek unsurlardandır. Fiziksel yetersizliği bulunan bireyler, onları sadece kendi sorunlarına odaklanmaktan uzaklaştıracak ve başkalarıyla ilgilenmeleri doğrultusunda teşvik edecek yardımcı birilerini bulamadıkları takdirde, sürekli olarak fiziksel yetersizlikleri ve hareket etme güçlükleri ile ilgilenerek dikkatini yeterince çevreye yöneltmeyi öğrenemezler. Bu yaklaşım aynı zamanda onların zihinsel gelişimlerini de yavaşlatmakta, bedenlerini sürekli üstünlük konumuna yöneltmeleri ve kendilerini denetlemeleri, akılları için daha da yorucu ve güç bir hal almaktadır. Başkaları ile ilgilenmek için zaman ayırmayarak benmerkezci hale gelen, kendi sorunlarına odaklı bireylerin, toplumsal duygusu ve işbirliği yapma yeteneği yeterli ölçüde gelişmez.

Bireysel Psikoloji Teorisi’nde bu konuyu detaylıca ele alan Alfred Adler’e göre fiziksel yetersizlikler hiçbir zaman kaçınılmaz bir kader anlamı taşımaz. Eğer birey aklını doğru çalıştırarak engellerin üstesinden gelmek için çaba sarf ederse engelli doğmayanlar kadar yüksek bir başarı gösterebilir. Hatta kimi zaman engellerine rağmen gösterdiği başarının, herhangi bir kusuru bulunmayan her türlü avantaja sahip çocuklardan dahi yüksek olması tesadüf değildir. Bu şekilde kusurlarını telafi edebilen bireyler, Adler’e göre toplumun bütününe katkıda bulunmak isteyen ve ilgisi yalnızca kendi üzerine odaklanmamış olan kişilerden oluşmaktadır.[1]

Yetersizlik duygularına sahip kusurlu çocuklar, kendilerini güçlüklerden kurtarıp çevreye katkıda bulunmaya teşvik edilir ve kendileri de bunu isterlerse başarılı olabilirler. Çaba sarf etmeleri gereken üstün bir amaç olduğuna inandıkları takdirde, bu amacın gerçekleştirilmesini kendi engellerinden daha önemli görürlerse cesaretlerini yüksek tutarak motive olabilirler. Diğer bir taraftan yalnızca zayıflıklarından kurtulmakla ilgilenip geride kalan çocuklar, yaşamın yararsız tarafına yönelik hedefler belirleyerek kendilerini bu hedef doğrultusunda motive ederler. Yemek yeme zorluğu, idrar tutamama, gece bağırmaları, sık nefes alma, sürekli öksürük, kabızlık, kekemelik gibi bir takım güçlükleri çeken çocukların birçoğunun aynı zamanda şımarık ve bağımlı çocuklar olduğu, bu sebeple bağımsızlığa ve işbirliğine karşı direndikleri ve başkalarının yardımını istedikleri, çevreye sosyal yetersizliklerini göstererek kendilerini tatmin etmeye çalıştıkları görülebilir. Aile içerisinde yetersizliklerinin üzerine aşırı düşüldüğünü fark eden çocuklar, konuya önem verildiğini gördükçe bunu alışkanlık haline getirerek kendi lehlerine kullanmaya çalışırlar. Adler, bu noktada yalnızca yetersizlikleri telafi etmeye çalışmanın yetmeyeceğini, bunun yanında ancak sosyal duyguyu güçlendirme çabasıyla başarı sağlanabileceğini savunmaktadır.[2]

Hiçbir fiziksel engelin bireyi çarpıtılmış bir yaşam biçimine zorlamadığını savunan Adler, kusurlu organları üzerinde sağlıklı kişilerin yaptığından daha fazla yoğunlaşan ve dikkatini buraya yönelten kişilerde, aklın kusurları yenmenin bir yolunu bulabileceğini ve kusurlu organın böylelikle avantaja dönüşebileceğini belirtir. İlerleme ve buluşların sıklıkla gerek fiziksel, gerekse maddi zorluklara karşı mücadele vermiş kişilerden geldiği, kültüre katkıda bulunan ünlü kişilerin pek çoğunun bozuk sağlıkları sebebiyle sıkıntı çektiği ve bir kısmının ise genç yaşta öldüğü, ressam ve şairlerin pek çoğunun görme kusurlu olduğu düşünüldüğü takdirde, örnekler Adler’in iddiasını desteklemektedir. Kusurları iyi eğitilmiş akıllarla aşabilen bireyler, pek çok sağlıklı kişiden daha başarılı ve yetenekli hale gelmişlerdir.[3]

[1] Adler, A., Psikolojik Aktivite: Üstünlük Duygusu ve Toplumsal İlgi, s. 39.

[2] Adler, A., Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel Psikoloji, s. 73.

[3] Adler, A.,  Yaşamın Anlamı, s. 23.

 

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

ÇOCUKLARDA DOĞUM SIRASININ KİŞİLİK GELİŞİMİ ÜZERİNDEKİ PSİKOSOSYAL ETKİLERİ

Kişiliğin gelişiminde doğum sırasının önemi üzerinde duran önemli teorisyenlerden bir tanesi Alfred Adler’dir. Adler, anne babanın birbiriyle işbirliği içerisinde bulunduğu özverili bir ortam içinde olsa dahi, çocukların aile içerisindeki konumlarının birbirinden farklı sosyal koşullara tabi olması sebebiyle, farklı kişilik sergilediklerini savunmuş, yaşanan deneyimleri ilk çocuk, ortanca çocuk, en küçük çocuk ve tek çocuk deneyimleri olarak ayrı ayrı sınıflandırmıştır.

Bu yaklaşıma göre ilk çocuk doğduğu andan itibaren, ikinci çocuğun doğumuyla tahttan indirilene kadar ailenin tek başına ilgi odağıdır ve özenle büyütülür. İkinci çocuğun doğumuyla birlikte konumunun değişmesiyle kendisini farklı bir noktada bulan ilk çocuk, bunu büyük bir darbe olarak algılar ve sonrasında düzen ile otoriteyi devam ettirebilmek adına endişeli, düşmanca, otoriter ve muhafazakâr hale gelebilir.[1] Eğer ilk çocuk ailesi tarafından sonradan gelen çocuğun gelişine özenle hazırlanmış ve işbirliği yapmak üzere eğitilmişse kriz kötü etkiler bırakmadan atlatılabilir. Ancak ikinci çocuğun gelişini derinden yaşayan ilk çocukların bir çocuğunun yaşadığı yoksunluk trajedisinin erişkinlik yaşamını şekillendirdiğini ve pek çok olguda dibe vurduklarını, sorunlu, nevrotik, suçlu, ayyaş olabildiklerini gözlemlemek mümkündür.[2] Güç kullanmayı ve hileler bulmayı daha iyi beceren ilk çocuk, anneyi üzmeye çalışıp, onun kendisini göz ardı edemeyeceği şekilde davranmayı sürdürürse, bir süre sonra aile içinde sevilmediğini ve geri plana itildiğini hissetmeye başlayabilir. İlgi çekecek kimseyi bulamadığını hisseden ilk çocuk, kendisini haklı görerek insanların sevgisini kazanamayacağını düşünerek zamanla sinirli ve içe dönük hale gelir, topluma yönelik ilgiden yoksun yetişir, başkalarıyla kaynaşamaz, kendini yalnızlığa alıştırır, eylem ve dışavurumları ise geçmişe ve dikkat merkezi olduğu zamanlara yöneliktir.[3]

Ortanca çocuk ilk doğan çocuğa göre çok daha farklı bir konumda bulunmaktadır. Doğduğu andan itibaren dikkati kendinden büyük çocukla paylaşır ve ilk çocuğun kendisinden önceki tahtına oturduğundan ilerleyen yaşlara kadar habersizdir. Doğuştan rekabete girmesi sebebiyle genellikle isyankâr, kıskanç ve hırslıdır, ilk doğan çocuğu bir şekilde yakalamak ve geçmek ister. Ortanca çocuk, kendisinden sonra aileye başka bir çocuk geldiği ve konumunu yitirdiği takdirde bu durumu atlatmak için ilk çocuğunki kadar ağır bir süreç yaşamaz, çünkü başka bir çocukla işbirliği yapmayı öğrenmiştir. Bu sebeple ortanca çocukların işbirliği yapma yetenekleri ve toplumsal ilgileri diğer sıradaki çocuklardan fazla gelişir, ayrıca geride kalmamak için de çok çaba sarf ettiği için genellikle hem yetenekli hem de başarılı olurlar. İlk doğan çocuk genellikle ortanca çocukla rekabet etmekten korkar ve ortanca çocuk ondan daha başarılı olur.[4] Adler fiziksel yetersizliklerle doğmuş bir çocuk olmasına rağmen, aynı zamanda ikinci çocuk olarak ağabeyi ile yaşamı boyunca rekabet içerisinde olmuş ve fiziksel yetersizliğine karşın çalışmalarında uluslararası düzeyde başarı göstererek kendisini ispat etmiştir. Ancak bu başarıları sonrasında dahi kendisini ağabeyinin gölgesinde kalmış hisseden Adler, orta yaşlarında “iyi bir sanayici olan abim Sigmund, her zaman olduğu gibi yine benim önümde” demiştir.[5]

En küçük çocuk genellikle tüm ailenin en çok ilgi gösterilip şımartılanıdır ve şımarık çocuk özellikleri gösterse de kendinden büyüklerle çok fazla rekabet ettiği için, iyi bir gelişme göstererek diğerlerini geride bırakabilir. Tarihte kahramanlık hikâyeleriyle anılan pek çok en küçük çocuğa rastlamak mümkündür. Anne, baba ve kardeşlerinden hep destek gören en küçük çocuk, hırsını ve gayretini uyaracak çok fazla etken olması sebebiyle ileride ailenin direği haline gelebilir. Ancak diğer yandan, şımarık çocuk özellikleri sergilemesi nedeniyle de, kendi çabasıyla başarı gösterme cesaretine sahip değildir. Bu sebeple en küçük çocuklar hem tembel, hem de hırslı ve hayalcidirler. [6]

Adler’e göre tek çocuk, çoğunlukla istediği takdirde çocuk sahibi olabilecek, ancak birden fazla çocuğu destekleyecek maddi imkâna sahip olmadığını düşünen ailelerde daha sık görülmektedir. Bu tarz ailelerde ortamının gergin olması, anne babanın ürkek ve kötümser olmaları muhtemeldir. Adler, doğan çocuklar arasında uzun zaman aralığı bulunduğu takdirde, her çocuğun tek çocuk özelliği taşıma ihtimalinin yüksek olduğunu, tek çocuğun en önemli özelliğinin ise, dikkat merkezi olmayı yalnızca kendi hakkıymış gibi görmek olduğunu belirtir. Bu sebeple Adler, üç yıl farkla doğan çocuklardaki yaş aralığının hem küçük kardeşle iş birliği yapma, hem de birden fazla çocuğun varlığını kabullenme açısından ideal yaş aralığı olduğunu savunmaktadır.

Bireysel Psikoloji teorisi, tek çocuğun kendine özgü bir takım sorunları olduğu, ancak burada yaşanmakta olan rekabetin, ortamda rakip olarak başka kardeş bulunmadığı için babaya karşı yaşandığı görüşündedir. Buna göre anne tarafından şımartılan çocuk, anneyi kaybetmekten korkar ve ‘anne karmaşası’ olarak adlandırılan mekanizmayı geliştirerek bu yönde babayı aile resminden atmaya çalışır. Dikkat merkezi olmayı yalnızca kendi hakkı olarak gören tek çocuk, bunun aksinin yaşandığı durumlarda son derece zorluk çeker. Bu sebeple konumunu tehlikeye sokmamak için kendinden sonra gelen bir kardeşe sahip olmayı hiçbir şekilde istemez.

Toplumsal yaşamda mevcut olan, insanlar arasında yaşanan rekabet ve yarışın temel nedeni, başkalarını alt etme ve geride bırakma hedefinin peşinden koşmaktır. Bu hedef, ilk çocukluk deneyimlerinin, kendini aile içerisinde eşit hissetmeyen çocuklarda oluşan rekabete yönelik eğilimin ve çabaların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Adler yetişkinleri incelediğinde ilk çocukluktan beri devam eden bir takım etkilerin önemli rol oynadığını, aile içerisindeki konumun bireyin hayatında kalıcı izler bıraktığını, gelişimde karşılaşılan güçlüklerin ise aile içindeki rekabet ve işbirliği eksikliğinin sonucu olarak açığa çıktığını iddia eder. Bu durumun gelişerek sorun haline gelmesine engel olacak olan yaklaşım ise anne ile baba arasında dayanışma ve işbirliğinin bulunması, ayrıca bunun çocuğa da öğretilmesidir. Adler, iş birliği konusunda eğitilen çocuğun, bu dezavantajlardan da kurtulacağını savunur.[7]

[1] Duane P. Shultz & Sydney Ellen Shultz, Modern Psikoloji Tarihi, s. 658.

[2] Adler, Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 9.

[3] Adler, Yaşamın Anlamı, s. 121, 122.

[4] Adler, Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 10.

[5] Shultz & Shultz, a.g.e., s. 658.

[6] Adler, Yaşamın Anlamı, s. 125.

[7] A.e., s. 126, 128.

 

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Bireyde Toplumsal Duygunun Gelişiminde Anne Rolünün Önemi

Toplumsal ilgi, Bireysel Psikoloji açısından oldukça temel bir kavramdır. Alfred Adler’in, “Toplumsal ilgi” kavramını detaylıca ele alarak çoğu görüşünü bu kavrama dayandırması sebebiyle, onun perspektifinden kavramın oldukça geniş olan kapsamını değerlendireceğiz.

Toplumsal ilginin bireydeki gelişim sürecinin çocukluğun ilk yıllarına dayandığını ifade eden Adler, kişiliğin gelişiminin 4-5 yaşlarına kadar büyük ölçüde tamamlandığını belirtirken, bu noktada Freud’un görüşüyle paralel bir gelişim sürecinden bahsetmektedir. Ailenin etkisi, sosyoekonomik ve sosyokültürel şartlar, aile içindeki doğum sırası, fiziksel yetersizlikler Adler’e göre kişiliğin gelişimine etki eden başlıca unsurlardır. Birey bu noktalarda yaşadığı zorluklardan hayata yönelik yanlış manalar çıkardığı takdirde psikotik, nevrotik, suçlu veya sapkın kişilik özellikleri gösterebilir. Adler, toplumsal duygunun engellendiği bir noktada, yalnızca benmerkezci bir tutumun kalacağını, çocuğun ise, ‘neden başkaları için bir şey yapayım ki?’ şeklindeki bir yaklaşımı benimseyip, yaşam sorunlarını bu akıl çerçevesinde çözemediği takdirde duraksayacağını, böylece kolay bir çıkış yolu aramasının kaçınılmaz olduğunu, bunun nedeninin ise zorluklarla savaşmayı güç bulması ve başkalarını incitmeyi önemsememesi olduğunu iddia etmektedir.1

Adler bir bebeğin doğum anından itibaren annesi ile bağ kurmaya çalıştığını, tüm davranışlarının bu amaca yönelik olduğunu ve bebeğin işbirliği yapma yeteneğinin ilk olarak bu süreç içerisinde geliştiğini ifade eder. Bununla birlikte yaşamın ilk aylarında bebeğin neredeyse tümüyle bağlı olduğu anne, bebeğine kendisinden başka bir insanla ilk teması ve başka birine yönelik ilk ilgiyi sağlamasından dolayı, bebeğin toplumsal yaşama uzanan ilk köprüsü konumundadır. Annenin bebekle kurduğu bağ, sosyokültürel bilgisi ve yetenekleri toplumsal duygunun gelişiminde belirleyici faktörlerdir. Adler, bir bireyin kalıtım yoluyla geçmiş olabilecek her türlü eğiliminin anne tarafından uyarlandığını, eğitildiğini ve yeniden biçimlendirildiğini iddia eder.2

Annenin doğum sonrasındaki rolünün önemine vurgu yapan Adler, insan toplumunun kaderinin adeta kadının anneliğe yönelik tutumuna bağlı olduğunu iddia eder. Kadının bu görevindeki eksikliklerin önemli sorunlara neden olacağını belirten Adler, kadının toplum içindeki rolünün değersizleştirilmesinin büyük bir hata olduğunu, yuva kurma ve ev işlerini yerine getirme gibi görevlerin, ancak kadının ilgi duymasıyla yerine getirilebileceğini ifade eder. Kadının aile içindeki görevini doğru şekilde yerine getirerek faydalı olabilmesi için, bu görevi başkalarının yaşamını zenginleştirebileceği bir sanat olarak görmeye ihtiyacı bulunmakta, bunun için ise kadının görevine değer veren bir toplumun varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer taraftan toplumsal rolünden memnun olmayan bir annenin, çocuklarıyla doğru bir ilişki kurmasını ve görevlerini yerine getirmesini engelleyen yanlış bir bakış açısı ile yaşam hedefi bulunmaktadır. Topluma katkı sağlamak ve görevlerini yerine getirmek yerine kişisel üstünlüğünü kanıtlama eğiliminde olan bu türden bir anne için, çocuğu büyük ölçüde dikkat dağıtıcı ve baş belası bir unsurdur. Adler, yaşamdaki başarısızlıkların nedeni arandığında, problemin temelinde genellikle işlevlerini doğru şekilde yerine getirememiş bir annenin varlığının bulunduğunu ve bunun tüm insanlık açısından ciddi bir tehlike olduğunu düşünmektedir.

Sorunlu bir çocuğun düşünce altyapısı incelendiğinde sıklıkla annesiyle olan ilişkisinde yaşadığı güçlüklere şahit olabiliriz. Ancak benzer güçlükler bunların üstesinden başarıyla gelmiş olan çocukların altyapısı incelendiğinde de karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla çocuğun eylemleri, yaşadığı deneyimlerden ziyade, bunlardan çıkardığı anlamlara göre belirlenmektedir. Bu durum, Bireysel Psikoloji’nin temel görüşü olan, kişiliğin oluşumunda sabit nedenlerin bulunmadığı, ancak çocuğun belirlediği öznel hedefine ulaşabilmek için deneyimlerinden yararlandığı ve bu deneyimleri yaşama bakışının nedenlerine dönüştürdüğü sonucuna işaret etmektedir.3

Adler’e göre bir annenin, çocukları, kocası ve toplumdan oluşan üçlü bağa eşit ölçüde dikkatini vermesi gerekir. Babadan başlayarak toplumsal çevreyle çocuğun ilişkisini kurma görevi anneye aittir. Anne yalnızca çocuklarıyla olan bağını dikkate aldığı takdirde onların üstüne fazla düşerek şımartacak ve çocuğun bağımsızlık ve başkalarıyla işbirliği yapma yeteneğinin gelişmesini zorlaştıracaktır. Bu noktada Adler, Freud’un ‘Oedipus karmaşası’ fikrine yol açan oğlan çocuklarının anneye âşık olma, babalarından nefret etme ve onları öldürme eğiliminde bulunma varsayımının, çocukların gelişiminin anlaşılmamasından kaynaklanan bir hata olduğunu, bunun cinsel bir istek olmadığını, annenin dikkat merkezinde olmak ve diğer herkesten kurtulmak isteyen bir çocukta ‘Oedipus karmaşası’nın görülebileceğini, bunun anneleri tarafından şımartılmış ve dünyanın geri kalanına yönelik yakınlık duyguları gelişmemiş olan çocuklarda ortaya çıkabileceğini savunur.

Annenin yalnızca kendisine bağladığı bir çocuğun ilerleyen yıllarda, artık sürekli anneyle yakın olamayacağı bir konuma geldiğinde sorun çıkmaya başlar. Annesinin dikkatini sürekli kendisine vermesini ve yanından ayrılmamasını isteyen bir çocuk, bu amacına ulaşabilmek için kendisini annesinin yanında sürekli güçsüz veya hasta gösterme, işler istediği gibi gitmediğinde ağlama, anne kuzusu gibi davranma veya öfke patlamaları yaşayıp dikkati üzerine çekmek adına asi ve kavgacı olma gibi davranışlar sergileyebilir. Bu konuyla ilişkili olarak Adler, sorunlu çocuklar arasında annelerinin dikkatini çekmek için mücadele eden ve çevreden gelen istemlere direnen pek çok çocuk görebileceğimizi ifade eder.4

Adler, baba ile olan yakınlığı anneden daha kuvvetli olan çocuklarda sıklıkla karşılaştığı durumun, annenin çocuğa yaklaşımındaki başarısızlıktan kaynaklanmakta olduğunu gözlemlemiştir. Annenin çocuğunu haklı veya haksız şekilde hayal kırıklığına uğratmış olması ve çocuğun bu doğrultuda baba ile bağını güçlendirmesi, çocuğun yaşamındaki ikinci bir safhayı göstermektedir.5 Çünkü ilk safhada çocuk annesine bağlıdır, ancak annenin sevgisini yitirmiş ve suçlama olarak babaya yönelmiş, kendini reddedilmiş veya yoksun bırakılmış hissetmiştir.

Yaşam sorunlarını çözmeyi reddeden ve çaba sarf etmek yerine sorunlardan kaçmayı tercih eden pek çok çocuk sergilediği davranışı haklı gösterebilmek adına, benimsediği, yaşamın yararsız tarafına yönelik olan kişisel üstünlük duygusuna zarar vermeden, çeşitli işlev bozuklukları ve sinir hastalıklarından yakınarak nevrotik bir tutum ortaya koyar. Ergenlik dönemindeki fiziksel yapı bu tarz gerilimlere tepki vermeye elverişli olduğu için tüm organlar bu tutumu destekleyici şekilde harekete geçebilir ve sinir sistemi etkilenebilir. Bu doğrultuda birey hem kendisini hem de çevresindekileri yaşadığı acılar nedeniyle sorumluluktan kurtulmuş olmaya ikna ederek başarısızlığı için bir özür meydana getirmiş olur. Toplumsal duygunun ve yaşam sorunlarıyla yüzleşmesi gerektiğinin farkında olan birey, kendi durumunu bir istisna olarak göstermeye çalışır. Kendi oluşturduğu fiziksel yetersizliklerini bir kalkan gibi kullanarak, sıkıntıları nedeniyle sorunların üstesinden gelemediğini ve bu konuda çaresiz olduğunu dile getirir.6

1- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 164-165.
2- Adler, A., Social Interest: A Challange to Mankind, s. 126-127.
3- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 103-105.
4- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 106-108.
5- Adler, A., Social Interest: A Challange to Mankind, s. 127.
6- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 154.

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Aşağılık Hissi ile Aşağılık Kompleksi Arasında Ne Fark Vardır?

Adler’e göre aşağılık hissi, yaşamın başlamasıyla birlikte insan doğasında var olan, bir şeyin başarılmakta, bir ihtiyacın karşılanmakta zorlanıldığı durumlarda ya da bir gerginliğin giderilemediği şartlarda baş gösteren pozitif yönde bir acıdır. İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamın zorluklarına çözüm bulmak ve mükemmeliyete ulaşmak için çaba sarf eder. Adler insanlığın tarihsel hareketini, aşağılık hissi ve yaşamın zorlukları ile mücadelenin tarihi olarak değerlendirmekte, yaşamı ise sürekli olarak eksiden artıya doğru geçiş çabasına bağlı olan dış dünyaya egemenlik kurma gayreti olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla Bireysel Psikoloji açısından başarı kazanma isteği, yaşamın görevlerini yerine getirme, nihai üstünlük hedeflerine ulaşma gibi eğilimler ile öfke, suçluluk, çaresizlik, yetersizlik ve güvensizlik gibi duygular, aşağılık hissinin açığa çıktığı çeşitli psikolojik yansımalar olarak nitelendirilmelidir. İnsanın kapsamı oldukça geniş olan aşağılık duygularından kurtulma çabası, kendisinde güven duygusunun uyanacağı bir konuma ulaşma ihtiyacından kaynaklanmakta, bu ihtiyaç ise Adler tarafından insan doğasının temel motivasyonu olarak değerlendirildiği için, aşağılık hissi pozitif yönde bir acı olarak tanımlamaktadır.

Adler sağlıklı insanların çeşitli yaşam zorlukları karşısında toplumsallık hissiyle mücadele eden, eksiden artıya doğru geçmek için çaba sarf eden ve zorluklarla yüzleşmekten kaçmayan insanlar olduğuna inanmaktadır. Fakat hayatta hiç kimsenin mükemmel olmadığını, herkesin pek çok kez aşağılık hisleri uyandıran durumlarla karşılaştığını, hatalı seçimler yaptığını ve hayal kırıklıkları yaşadığını da ifade etmiştir. Dolayısıyla aşağılık hissi, Bireysel Psikoloji açısından bir hastalık göstergesi değil, aksine normal ve gelişime açık olmanın bir işaretidir. Bu sayede insan üstünlük elde edebilmek için yetersizlik hissinden kurtulmaya yönelik, tırmanışa doğru harekete geçerken, yaşam hedeflerine yönelmesindeki temel itici gücü oluşturan daima bu yetersizlik hissidir.

Yaşamın zorlukları karşısında doğduğu andan itibaren çaba sarf eden çocuğun küçüklüğü ve zayıflığı, sahip olduğu yetileri geliştirmesini sağlar. Aşağılık hissinin üzerinde hissettirdiği baskıdan dolayı devamlı yeni ve orijinal hayat formlarına geçebilmek için mücadele eder. Oynadığı oyunların tümü, belirlediği yaşam amacı doğrultusundaki bir gelecek idealiyle şekillenir. Bu çaba koşullu reflekslerle açıklanamayan, kişisel yaratıcı enerjisinin işaretleridir. Çocuk dar çevresi ve yetersiz deneyimiyle yaptığı çıkarımlar doğrultusunda belirlemiş olduğu üstünlük hedefine yönelik hareket ederken, engellenemez bir şekilde aşağılık duygularından kurtulup dünyaya üstün gelebilmek için uğraşır.

Adler, aşağılık duygusunun, küçüklüğün ve güçsüzlüğün etkileriyle baş etmek, bu duyguları ortadan kaldırabilmek için otomatik olarak devreye giren benliğin savunma mekanizmalarını, içsel dengeyi sağlamak için sarf ettiği yoğun çabayı, biyolojik sistemimizde benzer şekilde çalışan bir mekanizmaya benzetir. 1906 ve 1907 yıllarında ‘Harvard Dersleri’nde, organizmanın dengesini sağlamak için insan vücudunda işlev gösteren ‘güvenlik prensibine’ dikkat çeken Melzer, bir organın işlevselliği bozulduğunda başka bir organın onun yerini aldığını, bozulan organın yeniden yapılandırıcı enerji ürettiğini, yaşamsal önem taşıyan diğer organların çalışmalarını olabildiğince arttırarak durumu dengelemeye çalıştığını vurgulamış, tüm organların normal işlev potansiyelinden daha üst seviyede çalışabilme ve birden fazla hayati görevi yerine getirme yetilerinin bulunduğunu belirtmiştir. Buradan hareketle Adler, yaşamdaki biyolojik gelişimle birlikte kendini koruma amacına yönelik gerekli enerji ve kapasitenin kazanıldığını, çocuklarda ve gençlik döneminde yaşanan ebeveynlerden ayrışma sürecinin, organizmada işlev gösteren kendini koruma yasasının yaşamdaki bir örneği olduğunu ifade etmektedir.

Çevremizi saran ve sürekli gelişen toplumda da benzer şekilde güvenlik eğiliminin işlev gösterdiğine işaret eden Adler, aşağılık duygularının toplumu daha fazla güvenlik elde etme çabasına ittiğini, iklim koşullarının doğa güçlerini kendi lehine çevirme ihtiyacını doğurduğunu, barınma gereksiniminin hayvanlardan kıyafet elde etmeyi ve gıda depolamayı gerekli kıldığını, hayati tehlikelerin ve ölüm bilincinin yaşamı toplumla işbirliği içerisinde idame ettirmeyi gerektirdiğini savunurken, tüm bebek ve çocuklarda görülen aşağılık hissine başkaldırmanın insan olmanın temel özelliğinden kaynaklandığını vurgulamıştır. Adler’e göre normal bir çocuk, vücudunda ve ruhunda gelişimi sağlayan eksiden artıya doğru ilerlemenin etkisi altındadır.

Bazı çocuklar çeşitli nedenlerle aşağılık duygusunu daha yoğun ve uzun süreli olarak yaşayabilirler. Bu durum onların kendilerine ilişkin yeterlilik ve değerlilik düşüncelerinin zayıf olmasına, bu nedenle yaşam karşısındaki cesaretlerinin kırılmasına, yaşam görevleriyle mücadeleden galip çıkamayacaklarını düşünerek kaçmalarına, zorluklarla gerektiği gibi mücadele etmeyi öğrenememelerine, ilgilerini çevrelerine yöneltemeyerek kendi sorunlarına odaklanmalarına, toplumsallık duygusunu geliştirmeyerek benmerkezci olmalarına ve kendi içlerine kapanmalarına yol açabilir. Böyle bir durumda aşağılık duygusu, normal ve motive edici bir güç olmaktan uzaklaşır ve psikopatolojik bir hal alarak ‘aşağılık kompleksi’ne dönüşür. Adler, şiddetli yaşanan aşağılık duygusunun buna bağlı çeşitli psikolojik sorunlara yol açtığını ve bu problemin çoğu birey tarafından farkına varılamayarak ömür boyu yaşanabildiğini, olumsuz duyguların sonuçlarının tüm yaşamı etkilediğini ifade eder.

Sosyal durumlar karşısında korku duyan ve aşağılık hissini motive edici güç olarak kullanan insanlardan farklı tutum sergileyerek, gizli şekilde duyduğu aşağılık hislerini aşağılık kompleksine çeviren ve psikotik belirtiler gösteren insanlar sekonder türler oluşturur. Elde edilemeyecek bir hayat planı doğrultusunda hareket eder, çevrelerine karşı uygunsuz davranışlar sergilerler. Bu kişiler bir yandan çevredeki insanları kendilerinden uzaklaştıran olumsuz tutum ve davranışlar sergilerken diğer taraftan insanların kendilerine yaklaşımına korku ve aşağılık hisleriyle reaksiyon verirler. Sürekli yaşadıkları bu hisleri dengelemek için organize savunma mekanizmaları geliştirirler. Adler, aşağılık kompleksi yaşayan kişilerin kendilerinde yaptıkları bu ayarlamaya ‘kompansasyon’ adını vermektedir. Sekonder özellikler, normalliğe ulaşma çabasını temsil ederek kompansasyonu oluştururlar. Bireylerin yetersizlik duygusunu kabul etmeme eğilimi zihnin sürekli olarak aşağılık duygusunu gizlemeye yönelik ayrıntılarla meşgul olmasına neden olur. Öfke, suçluluk duyma, çaresizlik, ilişkilerde doyumsuzluk, yaşama ve kendine güvenmeme, benlik saygısında azalma gibi pek çok psikolojik belirtinin bu süreçte açığa çıktığına dikkat çeken, özellikle sosyal fobi, obsesif kompulsif bozukluk, kaygı bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlıkların, bazı psikotik belirtilerin, intihar ve nevrotik eğilimlerin aşağılık duygusuyla ilişkili olduğunu gösteren görgül çalışmaların bulunduğu ifade edilmektedir. Birey cesaretsizliği nedeniyle çaba sarf etse dahi bu duygudan kurtulamayacağını düşünür, bu sebeple aşağılık hissini giderme yöntemleri, engelleri aşmak yerine kendisini üstün hissedeceği yararsız durumlara adamak şeklindedir.

Aşağılık duygusu bazı durumlarda fiziksel yetersizliklerin etrafında odaklanabilir. Adler teorik açıdan psikoterapide doğuştan gelen kalıtımsal özelliklerin yol açtığı bedensel ve zihinsel yetersizliklerin, çocuğun nihai üstünlük hedefini etkilediği ölçüde dikkate alınması gerektiğini belirtmiş, bunun haricindeki tüm bireysel gelişmelerin çocuğun yaşam biçimini şekillendiren ‘yaratıcı gücü’ne dayandığından söz etmiştir. Yaşam zorluklarının oldukça dinamik olduğunu ve sürekli şekil değiştirdiğini ifade eden Adler, bu zorluklarla mücadelenin bireysel açıdan esneklik ve çaba gerektirdiğini, her insanın aşağılık duygularının üstesinden gelme biçiminin kendine özgü olduğunu, bu sebeple kişinin öznel çıkarımlarına dayalı bulduğu çözümlerde kalıtımsal özelliklerin önemli bir etkisinin bulunmadığını savunur. Adler kendi buluşu olan bu husustan nöroloji ve psikolojide kalıtımsal kuramların yolunu açtığı için bir nebze suçluluk duyduğunu, ancak asıl önemli olanın bireydeki fiziksel yetersizliğin değil, bireyin eğitilme yöntemi olduğunu, çünkü doğru eğitilen çocukların fiziksel engellerine rağmen kendileriyle ilgilendiği gibi başkalarıyla da ilgilenebildiğini ve toplumsallık duygusunu geliştirdiklerini belirtir. Yanında destek veren kimse bulunmayan fiziksel yetersizliğe sahip çocuklar ise ilgisini geliştirmeyi öğrenemediğinde benmerkezci hale gelirler.

Fiziksel yetersizlikle doğan çocukların yaşam ile tutuştukları savaş toplumsallık duygularını sınırladığı için farklı bir yaşam modeli benimser, kendileri ve çevre üzerinde yapacakları etkiyle git gide daha çok meşgul olur, başkalarının çıkarlarını gözetmezler. Yetersiz organlar nedeniyle açığa çıkan aşağılık kompleksi, çocuğun dışarıdan etkilendiği, yetersizliğini üzerinde bir baskı şeklinde hissettiği durumlarda açığa çıkar. Daha iki yaşlarındayken kendilerini başkalarıyla benzer yeteneklere sahip hissedemez, diğer çocukların arasına karışmakta zorluk yaşar, ortak girişimde bulunmaya eğilim göstermez, aşağılık duyguları nedeniyle kendilerini çevreye çeşitli istekler yöneltmekte hak sahibi görür, içlerinde diğer çocuklardan daha fazla beklentiye yer verirler.
Belirgin bir organ yetersizliğine sahip olmamasına karşın haklı ya da haksız şekilde komplekse dönmüş düzeyde şiddetli aşağılık duygusu hisseden çocuklar da vardır ve organ yetersizliğine bağlı aşağılık kompleksi geliştiren çocuklardan farklı kalır tarafları bulunmamaktadır. Bu çocuklardaki aşağılık duygusu ise, bir takım özel koşulların da etkisiyle iyice şiddetlenir, küçük yaşta hissettiği bu kompleksi yaşamının büyük bölümünde taşımaya devam eder ve normal hale dönmekte oldukça zorlanırlar. Çocukluklarında gördükleri soğuk davranışlar, onları çevrelerine karşı girişimde bulunmaktan alıkoymuştur. Dünyanın, insanlarla yakın ilişki kurmanın zor olduğu, sevgisiz bir yer olduğuna inanmışlardır.

Yoğun aşağılık duygusunun uzunca bir süre yaşanmasına katlanmanın güçlüğünü belirten Adler, aşağılık hissinin ortaya çıkardığı olumsuz duygu durumundan kurtulabilmek için bireyin üstünlük çabasına yöneldiğini, ancak bu çabanın bireye gerçek manada huzur, güvenlik, yeterlilik ve diğer insanlarla eşdeğerlilik sağlamaktan ziyade, çevresinde bulunan insanlara karşı üstünlük kurmaya yönelik bir çaba olduğunu ifade etmiştir. Bu bireyler, kendilerini yeterli hissedebilmelerinin tek yolunun, kendilerini diğerlerinden üstünmüş gibi algılamak ve böyle davranmak olduğunu düşünürler. Dolayısıyla aşağılık duygusu ne kadar güçlüyse, üstün gelme arzusu da o denli şiddetlenir. Ancak toplumsal faydaya hiçbir katkı sağlama amacı gütmeyen bu bireylerin ideal benliğe ulaşması hiçbir zaman mümkün olmayacağı gibi, tüm çabaları da yaşamın yararsız tarafına yönelik olacaktır.
Güçlülük ve üstün gelme arzusu yüksek olan bireyler, yaşamlarındaki normal ilişkilerle yetinmek istemezler, saptıkları amaçlara uygun şekilde dikkat çeken büyük eylemlere girişmeye çabalarlar. Sürekli acele ve telaş içerisinde, çevrelerini umursamaksızın kendi konumlarını sağlama almak isterler. Çevresindekilerin dikkatini çekerek, yaşamlarına burunlarını sokup onları tedirgin ederler. Söz konusu davranışın kötü sonuçları hemen kendini açığa vurmayabilir, uzun bir süre dışarıdan normal görünen bir yolu izleyerek açgözlülüğünü başkalarıyla fazla çatışmaya girmeden içinde barındırabilir. Sonradan açgözlülüğe, kendini beğenmişlik, başkalarını ne pahasına olursa olsun egemenlik altına alma, büyüklenme gibi başka özellikler de eklenebilir. Bu özellikler toplumsal yaşam açısından düşmanlık olarak nitelendirilebilecek özelliklerdir ve bu tutumla yalnızca çevreyi rahatsız etmekle kalmaz kendileri de yaşamın tadına varamazlar.

Nevrotik bireyler ise kendi eylem alanlarını belli ölçüde sınırlayarak dış dünya ile temaslarını azaltırlar. Okulunda geri olan çocuklar, otuz yaşını geçmesine karşın işsiz olan kadın ve erkekler, evlenme sorunundan kaçanlar, günlük işleri yapmada zorluk yaşayan ve devamlı bitkin olan uykusuzluk hastaları, yaşam görevlerini yerine getirmede kendilerine engel olan bir aşağılık karmaşasını dışa vururlar. Bu bireyler kendilerine hiçbir zaman gerçekleşmeyecek kadar büyük ve takıntılı bir üstünlük hedefi belirlemişlerdir. Başarıya ulaşmak için çaba sarf etmektense yenilgiden kaçmak için uğraşır, zayıflıklarını ve kendilerine bakabilmedeki yetersizliklerini hemen kabul ederler, her zaman öncelikli olma arzularını saklamaya çalışır, gerçek sorunlarını rafa kaldırır ve bu sayede yaklaşımlarını kendilerince meşru hale getirirler.

Devamlı kendilerini ihmal edilmiş hisseden, hakkaniyet problematiği yaşayan, insanlardan gerekli ilgiyi göremediklerini düşünen bu bireylerin ruhsal gelişimleri üzerinde, ev ve okul ortamında kendilerine eğitim veren kişilerin tutumları önemli ölçüde belirleyicidir. Eğitimcilerin çocuklardan gereğinden fazla şey istemesi, küçüklüklerine sürekli dikkat çekilmesi, adam yerine konmamaları, eğlence aracı gibi görülmeleri, titizlikle korunan bir mülk sayılmaları ya da bıkkınlık verici bir yük olarak görülmeleri gibi tutumların sürekli tekrarlanması, bu çocukların içindeki aşağılık duygusunu güçlendirir. Bazen doğru kabul edilebilecek şeylerle tatsız şekilde yüzleşmek, çocukların telaşa kapılmasına ve alay konusu edileceklerine düşünmesine sebebiyet verir. Bu sebeple çocuklar alay edilme korkusunu yaşamlarının ileri dönemlerine kadar taşıyabilirler. Kendilerine doğrunun söylenmemesi nedeniyle ciddiye alınmadığını düşünen çocuklar ise çevrenin ve yaşamın ciddiliğinden kuşku duyarak bu duruma uygun davranış patternleri geliştirebilirler. Okula başladıkları ilk gün, bunun anne babalarının kendilerine yaptığı bir şaka olduğunu düşünen ve okulu önemsemeyerek sıraların üzerine oturan bazı çocuklar bu duruma örnek teşkil etmektedirler.

Bireyin eğilimleri ve çabaları çocukluktan itibaren, yaşama yüklediği anlamlara paralel şekilde belirlediği şemalara uygun olarak yaşam boyu sürer. Bu sebeple çocukluk izlenimleriyle başlayarak süregelen ruhsal çizgiyi incelemek dünya görüşü ile birey arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Bireyin devinim çizgisi dönemsel olarak belli değişiklikler gösterse de, içeriği, dinamizmi, anlam ve amacı çocukluktan itibaren değişmeden aynı kalır. Bireyin doğarken beraberinde getirdiği gelişim olanakları, yaşamının ilk yıllarından itibaren edindiği izlenimler ya da gördüğü baskı gibi etkenler, onu belli bir amaca yönlendirerek yaşam sorunlarına belirli yanıtlar vermeye zorlarken yaşama bakışını ve dünya görüşünü ilkel biçimde etkiler. Dolayısıyla davranışlar çok anlamlılıkları sebebiyle birbirinden ayrı ayrı değil, bir bütün olarak ele alınmalı, yaşamın tüm ilişkiler örgüsü içinde birey açısından taşıdığı manaya bakılmalı ve buradan hareketle birey açısından en büyük hata kaynağının ne olduğu tespit edilmeli ve nihayet bireye iç görü kazandırarak değişikliğe gidilmelidir. Bireyin yaşam tarzının keşfedilmesini amaç edinen Bireysel Psikoloji, bireyin hayatında karşılaştığı problemleri ve bunların birey üzerindeki etkilerini tanımlamayı gerektirir. Bu problemlerin çözümünde ise hayata bir bütün olarak bağlanma, diğer insanlarla sağlıklı bir iletişim kurma ve kaynaşma durumu olarak kendini gösteren bir toplumsallık duygusuna ihtiyaç duyulmaktadır. Bireyin toplumsallık duygusu ne kadar gelişmişse, aşağılık hisleri de o ölçüde azalır.

Çocuğu, yaşadığı aşağılık ve güvensizlik duygusundan kurtarabilmek için verilmesi gereken eğitimin amacı, hem yaşama yönelik bilgi ve beceri kazandırmak, hem de çevreye yönelik işbirliğini ve toplumsal ilgiyi arttırmak üzerine olmalıdır. Bu önlemler, büyüyüp gelişen çocuğun kendisini aşağılık ve güvensizlik duygusundan kurtarmasına, önünde güven duyacağı yeni yollar açılmasına imkân verecek, kendisini diğer insanlarla eşit seviyede hissedeceği özgür bir gelişim olanağına sahip olmasını sağlayacaktır.