Aşağılık Hissi ile Aşağılık Kompleksi Arasında Ne Fark Vardır?
Adler’e göre aşağılık hissi, yaşamın başlamasıyla birlikte insan doğasında var olan, bir şeyin başarılmakta, bir ihtiyacın karşılanmakta zorlanıldığı durumlarda ya da bir gerginliğin giderilemediği şartlarda baş gösteren pozitif yönde bir acıdır. İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamın zorluklarına çözüm bulmak ve mükemmeliyete ulaşmak için çaba sarf eder. Adler insanlığın tarihsel hareketini, aşağılık hissi ve yaşamın zorlukları ile mücadelenin tarihi olarak değerlendirmekte, yaşamı ise sürekli olarak eksiden artıya doğru geçiş çabasına bağlı olan dış dünyaya egemenlik kurma gayreti olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla Bireysel Psikoloji açısından başarı kazanma isteği, yaşamın görevlerini yerine getirme, nihai üstünlük hedeflerine ulaşma gibi eğilimler ile öfke, suçluluk, çaresizlik, yetersizlik ve güvensizlik gibi duygular, aşağılık hissinin açığa çıktığı çeşitli psikolojik yansımalar olarak nitelendirilmelidir. İnsanın kapsamı oldukça geniş olan aşağılık duygularından kurtulma çabası, kendisinde güven duygusunun uyanacağı bir konuma ulaşma ihtiyacından kaynaklanmakta, bu ihtiyaç ise Adler tarafından insan doğasının temel motivasyonu olarak değerlendirildiği için, aşağılık hissi pozitif yönde bir acı olarak tanımlamaktadır.
Adler sağlıklı insanların çeşitli yaşam zorlukları karşısında toplumsallık hissiyle mücadele eden, eksiden artıya doğru geçmek için çaba sarf eden ve zorluklarla yüzleşmekten kaçmayan insanlar olduğuna inanmaktadır. Fakat hayatta hiç kimsenin mükemmel olmadığını, herkesin pek çok kez aşağılık hisleri uyandıran durumlarla karşılaştığını, hatalı seçimler yaptığını ve hayal kırıklıkları yaşadığını da ifade etmiştir. Dolayısıyla aşağılık hissi, Bireysel Psikoloji açısından bir hastalık göstergesi değil, aksine normal ve gelişime açık olmanın bir işaretidir. Bu sayede insan üstünlük elde edebilmek için yetersizlik hissinden kurtulmaya yönelik, tırmanışa doğru harekete geçerken, yaşam hedeflerine yönelmesindeki temel itici gücü oluşturan daima bu yetersizlik hissidir.
Yaşamın zorlukları karşısında doğduğu andan itibaren çaba sarf eden çocuğun küçüklüğü ve zayıflığı, sahip olduğu yetileri geliştirmesini sağlar. Aşağılık hissinin üzerinde hissettirdiği baskıdan dolayı devamlı yeni ve orijinal hayat formlarına geçebilmek için mücadele eder. Oynadığı oyunların tümü, belirlediği yaşam amacı doğrultusundaki bir gelecek idealiyle şekillenir. Bu çaba koşullu reflekslerle açıklanamayan, kişisel yaratıcı enerjisinin işaretleridir. Çocuk dar çevresi ve yetersiz deneyimiyle yaptığı çıkarımlar doğrultusunda belirlemiş olduğu üstünlük hedefine yönelik hareket ederken, engellenemez bir şekilde aşağılık duygularından kurtulup dünyaya üstün gelebilmek için uğraşır.
Adler, aşağılık duygusunun, küçüklüğün ve güçsüzlüğün etkileriyle baş etmek, bu duyguları ortadan kaldırabilmek için otomatik olarak devreye giren benliğin savunma mekanizmalarını, içsel dengeyi sağlamak için sarf ettiği yoğun çabayı, biyolojik sistemimizde benzer şekilde çalışan bir mekanizmaya benzetir. 1906 ve 1907 yıllarında ‘Harvard Dersleri’nde, organizmanın dengesini sağlamak için insan vücudunda işlev gösteren ‘güvenlik prensibine’ dikkat çeken Melzer, bir organın işlevselliği bozulduğunda başka bir organın onun yerini aldığını, bozulan organın yeniden yapılandırıcı enerji ürettiğini, yaşamsal önem taşıyan diğer organların çalışmalarını olabildiğince arttırarak durumu dengelemeye çalıştığını vurgulamış, tüm organların normal işlev potansiyelinden daha üst seviyede çalışabilme ve birden fazla hayati görevi yerine getirme yetilerinin bulunduğunu belirtmiştir. Buradan hareketle Adler, yaşamdaki biyolojik gelişimle birlikte kendini koruma amacına yönelik gerekli enerji ve kapasitenin kazanıldığını, çocuklarda ve gençlik döneminde yaşanan ebeveynlerden ayrışma sürecinin, organizmada işlev gösteren kendini koruma yasasının yaşamdaki bir örneği olduğunu ifade etmektedir.
Çevremizi saran ve sürekli gelişen toplumda da benzer şekilde güvenlik eğiliminin işlev gösterdiğine işaret eden Adler, aşağılık duygularının toplumu daha fazla güvenlik elde etme çabasına ittiğini, iklim koşullarının doğa güçlerini kendi lehine çevirme ihtiyacını doğurduğunu, barınma gereksiniminin hayvanlardan kıyafet elde etmeyi ve gıda depolamayı gerekli kıldığını, hayati tehlikelerin ve ölüm bilincinin yaşamı toplumla işbirliği içerisinde idame ettirmeyi gerektirdiğini savunurken, tüm bebek ve çocuklarda görülen aşağılık hissine başkaldırmanın insan olmanın temel özelliğinden kaynaklandığını vurgulamıştır. Adler’e göre normal bir çocuk, vücudunda ve ruhunda gelişimi sağlayan eksiden artıya doğru ilerlemenin etkisi altındadır.
Bazı çocuklar çeşitli nedenlerle aşağılık duygusunu daha yoğun ve uzun süreli olarak yaşayabilirler. Bu durum onların kendilerine ilişkin yeterlilik ve değerlilik düşüncelerinin zayıf olmasına, bu nedenle yaşam karşısındaki cesaretlerinin kırılmasına, yaşam görevleriyle mücadeleden galip çıkamayacaklarını düşünerek kaçmalarına, zorluklarla gerektiği gibi mücadele etmeyi öğrenememelerine, ilgilerini çevrelerine yöneltemeyerek kendi sorunlarına odaklanmalarına, toplumsallık duygusunu geliştirmeyerek benmerkezci olmalarına ve kendi içlerine kapanmalarına yol açabilir. Böyle bir durumda aşağılık duygusu, normal ve motive edici bir güç olmaktan uzaklaşır ve psikopatolojik bir hal alarak ‘aşağılık kompleksi’ne dönüşür. Adler, şiddetli yaşanan aşağılık duygusunun buna bağlı çeşitli psikolojik sorunlara yol açtığını ve bu problemin çoğu birey tarafından farkına varılamayarak ömür boyu yaşanabildiğini, olumsuz duyguların sonuçlarının tüm yaşamı etkilediğini ifade eder.
Sosyal durumlar karşısında korku duyan ve aşağılık hissini motive edici güç olarak kullanan insanlardan farklı tutum sergileyerek, gizli şekilde duyduğu aşağılık hislerini aşağılık kompleksine çeviren ve psikotik belirtiler gösteren insanlar sekonder türler oluşturur. Elde edilemeyecek bir hayat planı doğrultusunda hareket eder, çevrelerine karşı uygunsuz davranışlar sergilerler. Bu kişiler bir yandan çevredeki insanları kendilerinden uzaklaştıran olumsuz tutum ve davranışlar sergilerken diğer taraftan insanların kendilerine yaklaşımına korku ve aşağılık hisleriyle reaksiyon verirler. Sürekli yaşadıkları bu hisleri dengelemek için organize savunma mekanizmaları geliştirirler. Adler, aşağılık kompleksi yaşayan kişilerin kendilerinde yaptıkları bu ayarlamaya ‘kompansasyon’ adını vermektedir. Sekonder özellikler, normalliğe ulaşma çabasını temsil ederek kompansasyonu oluştururlar. Bireylerin yetersizlik duygusunu kabul etmeme eğilimi zihnin sürekli olarak aşağılık duygusunu gizlemeye yönelik ayrıntılarla meşgul olmasına neden olur. Öfke, suçluluk duyma, çaresizlik, ilişkilerde doyumsuzluk, yaşama ve kendine güvenmeme, benlik saygısında azalma gibi pek çok psikolojik belirtinin bu süreçte açığa çıktığına dikkat çeken, özellikle sosyal fobi, obsesif kompulsif bozukluk, kaygı bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlıkların, bazı psikotik belirtilerin, intihar ve nevrotik eğilimlerin aşağılık duygusuyla ilişkili olduğunu gösteren görgül çalışmaların bulunduğu ifade edilmektedir. Birey cesaretsizliği nedeniyle çaba sarf etse dahi bu duygudan kurtulamayacağını düşünür, bu sebeple aşağılık hissini giderme yöntemleri, engelleri aşmak yerine kendisini üstün hissedeceği yararsız durumlara adamak şeklindedir.
Aşağılık duygusu bazı durumlarda fiziksel yetersizliklerin etrafında odaklanabilir. Adler teorik açıdan psikoterapide doğuştan gelen kalıtımsal özelliklerin yol açtığı bedensel ve zihinsel yetersizliklerin, çocuğun nihai üstünlük hedefini etkilediği ölçüde dikkate alınması gerektiğini belirtmiş, bunun haricindeki tüm bireysel gelişmelerin çocuğun yaşam biçimini şekillendiren ‘yaratıcı gücü’ne dayandığından söz etmiştir. Yaşam zorluklarının oldukça dinamik olduğunu ve sürekli şekil değiştirdiğini ifade eden Adler, bu zorluklarla mücadelenin bireysel açıdan esneklik ve çaba gerektirdiğini, her insanın aşağılık duygularının üstesinden gelme biçiminin kendine özgü olduğunu, bu sebeple kişinin öznel çıkarımlarına dayalı bulduğu çözümlerde kalıtımsal özelliklerin önemli bir etkisinin bulunmadığını savunur. Adler kendi buluşu olan bu husustan nöroloji ve psikolojide kalıtımsal kuramların yolunu açtığı için bir nebze suçluluk duyduğunu, ancak asıl önemli olanın bireydeki fiziksel yetersizliğin değil, bireyin eğitilme yöntemi olduğunu, çünkü doğru eğitilen çocukların fiziksel engellerine rağmen kendileriyle ilgilendiği gibi başkalarıyla da ilgilenebildiğini ve toplumsallık duygusunu geliştirdiklerini belirtir. Yanında destek veren kimse bulunmayan fiziksel yetersizliğe sahip çocuklar ise ilgisini geliştirmeyi öğrenemediğinde benmerkezci hale gelirler.
Fiziksel yetersizlikle doğan çocukların yaşam ile tutuştukları savaş toplumsallık duygularını sınırladığı için farklı bir yaşam modeli benimser, kendileri ve çevre üzerinde yapacakları etkiyle git gide daha çok meşgul olur, başkalarının çıkarlarını gözetmezler. Yetersiz organlar nedeniyle açığa çıkan aşağılık kompleksi, çocuğun dışarıdan etkilendiği, yetersizliğini üzerinde bir baskı şeklinde hissettiği durumlarda açığa çıkar. Daha iki yaşlarındayken kendilerini başkalarıyla benzer yeteneklere sahip hissedemez, diğer çocukların arasına karışmakta zorluk yaşar, ortak girişimde bulunmaya eğilim göstermez, aşağılık duyguları nedeniyle kendilerini çevreye çeşitli istekler yöneltmekte hak sahibi görür, içlerinde diğer çocuklardan daha fazla beklentiye yer verirler.
Belirgin bir organ yetersizliğine sahip olmamasına karşın haklı ya da haksız şekilde komplekse dönmüş düzeyde şiddetli aşağılık duygusu hisseden çocuklar da vardır ve organ yetersizliğine bağlı aşağılık kompleksi geliştiren çocuklardan farklı kalır tarafları bulunmamaktadır. Bu çocuklardaki aşağılık duygusu ise, bir takım özel koşulların da etkisiyle iyice şiddetlenir, küçük yaşta hissettiği bu kompleksi yaşamının büyük bölümünde taşımaya devam eder ve normal hale dönmekte oldukça zorlanırlar. Çocukluklarında gördükleri soğuk davranışlar, onları çevrelerine karşı girişimde bulunmaktan alıkoymuştur. Dünyanın, insanlarla yakın ilişki kurmanın zor olduğu, sevgisiz bir yer olduğuna inanmışlardır.
Yoğun aşağılık duygusunun uzunca bir süre yaşanmasına katlanmanın güçlüğünü belirten Adler, aşağılık hissinin ortaya çıkardığı olumsuz duygu durumundan kurtulabilmek için bireyin üstünlük çabasına yöneldiğini, ancak bu çabanın bireye gerçek manada huzur, güvenlik, yeterlilik ve diğer insanlarla eşdeğerlilik sağlamaktan ziyade, çevresinde bulunan insanlara karşı üstünlük kurmaya yönelik bir çaba olduğunu ifade etmiştir. Bu bireyler, kendilerini yeterli hissedebilmelerinin tek yolunun, kendilerini diğerlerinden üstünmüş gibi algılamak ve böyle davranmak olduğunu düşünürler. Dolayısıyla aşağılık duygusu ne kadar güçlüyse, üstün gelme arzusu da o denli şiddetlenir. Ancak toplumsal faydaya hiçbir katkı sağlama amacı gütmeyen bu bireylerin ideal benliğe ulaşması hiçbir zaman mümkün olmayacağı gibi, tüm çabaları da yaşamın yararsız tarafına yönelik olacaktır.
Güçlülük ve üstün gelme arzusu yüksek olan bireyler, yaşamlarındaki normal ilişkilerle yetinmek istemezler, saptıkları amaçlara uygun şekilde dikkat çeken büyük eylemlere girişmeye çabalarlar. Sürekli acele ve telaş içerisinde, çevrelerini umursamaksızın kendi konumlarını sağlama almak isterler. Çevresindekilerin dikkatini çekerek, yaşamlarına burunlarını sokup onları tedirgin ederler. Söz konusu davranışın kötü sonuçları hemen kendini açığa vurmayabilir, uzun bir süre dışarıdan normal görünen bir yolu izleyerek açgözlülüğünü başkalarıyla fazla çatışmaya girmeden içinde barındırabilir. Sonradan açgözlülüğe, kendini beğenmişlik, başkalarını ne pahasına olursa olsun egemenlik altına alma, büyüklenme gibi başka özellikler de eklenebilir. Bu özellikler toplumsal yaşam açısından düşmanlık olarak nitelendirilebilecek özelliklerdir ve bu tutumla yalnızca çevreyi rahatsız etmekle kalmaz kendileri de yaşamın tadına varamazlar.
Nevrotik bireyler ise kendi eylem alanlarını belli ölçüde sınırlayarak dış dünya ile temaslarını azaltırlar. Okulunda geri olan çocuklar, otuz yaşını geçmesine karşın işsiz olan kadın ve erkekler, evlenme sorunundan kaçanlar, günlük işleri yapmada zorluk yaşayan ve devamlı bitkin olan uykusuzluk hastaları, yaşam görevlerini yerine getirmede kendilerine engel olan bir aşağılık karmaşasını dışa vururlar. Bu bireyler kendilerine hiçbir zaman gerçekleşmeyecek kadar büyük ve takıntılı bir üstünlük hedefi belirlemişlerdir. Başarıya ulaşmak için çaba sarf etmektense yenilgiden kaçmak için uğraşır, zayıflıklarını ve kendilerine bakabilmedeki yetersizliklerini hemen kabul ederler, her zaman öncelikli olma arzularını saklamaya çalışır, gerçek sorunlarını rafa kaldırır ve bu sayede yaklaşımlarını kendilerince meşru hale getirirler.
Devamlı kendilerini ihmal edilmiş hisseden, hakkaniyet problematiği yaşayan, insanlardan gerekli ilgiyi göremediklerini düşünen bu bireylerin ruhsal gelişimleri üzerinde, ev ve okul ortamında kendilerine eğitim veren kişilerin tutumları önemli ölçüde belirleyicidir. Eğitimcilerin çocuklardan gereğinden fazla şey istemesi, küçüklüklerine sürekli dikkat çekilmesi, adam yerine konmamaları, eğlence aracı gibi görülmeleri, titizlikle korunan bir mülk sayılmaları ya da bıkkınlık verici bir yük olarak görülmeleri gibi tutumların sürekli tekrarlanması, bu çocukların içindeki aşağılık duygusunu güçlendirir. Bazen doğru kabul edilebilecek şeylerle tatsız şekilde yüzleşmek, çocukların telaşa kapılmasına ve alay konusu edileceklerine düşünmesine sebebiyet verir. Bu sebeple çocuklar alay edilme korkusunu yaşamlarının ileri dönemlerine kadar taşıyabilirler. Kendilerine doğrunun söylenmemesi nedeniyle ciddiye alınmadığını düşünen çocuklar ise çevrenin ve yaşamın ciddiliğinden kuşku duyarak bu duruma uygun davranış patternleri geliştirebilirler. Okula başladıkları ilk gün, bunun anne babalarının kendilerine yaptığı bir şaka olduğunu düşünen ve okulu önemsemeyerek sıraların üzerine oturan bazı çocuklar bu duruma örnek teşkil etmektedirler.
Bireyin eğilimleri ve çabaları çocukluktan itibaren, yaşama yüklediği anlamlara paralel şekilde belirlediği şemalara uygun olarak yaşam boyu sürer. Bu sebeple çocukluk izlenimleriyle başlayarak süregelen ruhsal çizgiyi incelemek dünya görüşü ile birey arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Bireyin devinim çizgisi dönemsel olarak belli değişiklikler gösterse de, içeriği, dinamizmi, anlam ve amacı çocukluktan itibaren değişmeden aynı kalır. Bireyin doğarken beraberinde getirdiği gelişim olanakları, yaşamının ilk yıllarından itibaren edindiği izlenimler ya da gördüğü baskı gibi etkenler, onu belli bir amaca yönlendirerek yaşam sorunlarına belirli yanıtlar vermeye zorlarken yaşama bakışını ve dünya görüşünü ilkel biçimde etkiler. Dolayısıyla davranışlar çok anlamlılıkları sebebiyle birbirinden ayrı ayrı değil, bir bütün olarak ele alınmalı, yaşamın tüm ilişkiler örgüsü içinde birey açısından taşıdığı manaya bakılmalı ve buradan hareketle birey açısından en büyük hata kaynağının ne olduğu tespit edilmeli ve nihayet bireye iç görü kazandırarak değişikliğe gidilmelidir. Bireyin yaşam tarzının keşfedilmesini amaç edinen Bireysel Psikoloji, bireyin hayatında karşılaştığı problemleri ve bunların birey üzerindeki etkilerini tanımlamayı gerektirir. Bu problemlerin çözümünde ise hayata bir bütün olarak bağlanma, diğer insanlarla sağlıklı bir iletişim kurma ve kaynaşma durumu olarak kendini gösteren bir toplumsallık duygusuna ihtiyaç duyulmaktadır. Bireyin toplumsallık duygusu ne kadar gelişmişse, aşağılık hisleri de o ölçüde azalır.
Çocuğu, yaşadığı aşağılık ve güvensizlik duygusundan kurtarabilmek için verilmesi gereken eğitimin amacı, hem yaşama yönelik bilgi ve beceri kazandırmak, hem de çevreye yönelik işbirliğini ve toplumsal ilgiyi arttırmak üzerine olmalıdır. Bu önlemler, büyüyüp gelişen çocuğun kendisini aşağılık ve güvensizlik duygusundan kurtarmasına, önünde güven duyacağı yeni yollar açılmasına imkân verecek, kendisini diğer insanlarla eşit seviyede hissedeceği özgür bir gelişim olanağına sahip olmasını sağlayacaktır.