FREUD’UN DİN VE TANRI GÖRÜŞÜNÜN ŞEKİLLENMESİNE ETKİ EDEN AKIMLAR

FREUD’UN DİN VE TANRI GÖRÜŞÜNÜN ŞEKİLLENMESİNE ETKİ EDEN AKIMLAR

Freud’un gelişim döneminin dine bakışının şekillenmesi açısından olumsuz bir ortam oluşturduğunu daha önce belirttik. Freud’un kendi yöntemiyle, onun hayatını ve özellikle çocukluk dönemini inceleyen Ana Maria Rizzuto, Freud’un “kendi bireysel dini gelişimini evrensel normlar haline dönüştürerek genelleştirdiğini” söylerken, Freud’un büyüdüğü ortamın Tanrı’ya inanmak için uygun olmadığını ve kendi tecrübelerini evrensel doğrular olarak değerlendirdiğini söylemektedir.[1] Bu bilgiler ışığında Freud’un aile ortamındaki gelişimine, çağının etkilendiği akımların ve aldığı eğitimin de yansıdığını düşünerek, teorisinin nasıl şekillendiğini ve bunun din ve Tanrı görüşüne nasıl etki ettiğini anlamaya çalışacağız.

  1. yüzyıl, beşeri bilimlerin, doğa bilimi olarak kabul edilip şekillenmeye başlaması açısından büyük önem taşımaktadır. Darwin, 1859 yılında ‘Türlerin Kökeni’ isimli çalışmasını yayınlayarak insanoğlunun hayvanlar dünyası içindeki daha kompleks bir hayvan olduğu gibi radikal bir iddiayı ortaya atana kadar, insanın mevcut formunda yaratılmış olan ve ruha sahip bir canlı olduğu düşünülmekte ve bu nedenle de hayvanlardan ayrı tutulmaktaydı. Böyle bir iddia insan üzerinde doğa bilimleri çizgisinde çalışmalar yapılabilmesinin önünü açmış oldu. Psikoloji biliminin temellerini atan Gustav Theodor Fechner ise 1860’da, insan zihninin laboratuar ortamında bilimsel açıdan incelenebileceğini ve sayısal veriler elde edilebileceğini ortaya koydu. Psikoloji bu şekilde deneysel bir bilim olarak kabul edilebilmiş, kendine doğa bilimleri arasında yer bulabilmişti. Biyoloji ve modern genetik bilimi ise Louis Pasteur ve Robert Koch’un mikroplar ile ilgili yaptığı araştırmalarla ve Gregor Mendel’in bahçe bezelyesi üzerine yaptığı çalışmalar sayesinde çok önemli bulgular elde etti. Tüm bu bilimsel buluşları, fiziksel sistemler arasındaki enerji değişikliklerini ortaya koyan dinamikleri keşfeden Herrmann von Helmholtz’un enerjinin korunumu yasası izledi.[2] Ardı ardına gelen pek çok alandaki tüm bu gelişmeler, yaşamla ilgili bilimler açısından görüşlerin yeni baştan şekillenmesini, bilim, felsefe ve teknoloji gibi pek çok alanda yeni teorilerin ortaya atılıp yeni buluşlar yapılmasını ve tüm bu değişimlerin insan hayatına doğrudan etki etmesini sağladı.

Bu gelişmeler ışığında, 19. yüzyıl’da doğa bilimlerinin insana yönelttiği yeni bakışa göre, mekanist evrimci felsefe son derece popüler olmuş, yapısalcı ve davranışçı ekoller insanı bir makine benzeri varlık olarak ele almaya başlamış, insan zihni ise temel elementlerine indirgenerek pozitivist ve materyalist terimlerle araştırılmaya başlanmıştı. Tüm bu mekanik geleneğin, aldığı eğitime de yansımasıyla bu görüşlerden oldukça etkilenen Freud, tüm fenomenlerin evrensel bir sebebinin olması gerektiği anlayışından yola çıkarak, kendi teorisini de bu geleneğin üzerine şekillendirdi. Bütün ruhsal olayların ve rüyaların belirleyici bir sebebi olduğuna inanan Freud, en ufak bir düşüncenin dahi şans eseri ya da özgür irade sayesinde ortaya çıkamayacağını, tüm davranışlar için mutlaka bilinçli veya bilinçdışı bir güdünün olması gerektiğini savunmaktaydı. Böylece Freud’da insan zihnini indirgemeci bir yaklaşımla ele alarak karmaşık sayılabilecek davranışları dahi basit, biyolojik kökenler üzerinden yorumlama eğilimi doğmuştu.

Freud’un bilimsel pozitivist görüşün etkisiyle her şeyi fizyolojik bir nedene bağlama eğilimi, ruhsal alan hakkında yaptığı izahlara da yansımıştır. Ruhsal alanı biyolojik kökenli olarak açıklayabilmek için, bunu cinsel kaynağa indirgeyebileceğini ve bu şekilde fizyolojik bir temel bulabileceğini düşündü. Hatta buna dayanarak sevgi kavramının da cinsel bir nesneye yönelen fizyolojik kaynaklı bir güdü olduğunu savundu. Bu temellendirmeleriyle Freud, anatomik temelden hareket edip psikolojiyi fizyolojik bilim anlayışına entegre ediyor ve insan ruhunu bir makine veya zihinsel bir aygıt olarak nitelendiriyordu.[3]

Din ve Tanrı hakkındaki görüşlerini sergilerken de kendi kişilik teorisinden yararlanan Freud, burada da genellikle fonksiyonel ve indirgemeci bir yol izlemiş, bu doğrultuda dini kimi zaman bir obsesif davranış, kimi zaman çocukluk arzularının tatmini, kimi zaman da yanılsama olarak nitelendirmiştir. Kendi yaşamından dinin ve Tanrı’nın etkinliğini çıkaran Freud, bilimin gelişmesiyle insanlığın din yanılsamasından kurtulacağını, dinin bu sebeple bir süre daha insanlık üzerindeki etkinliğini devam ettirdikten sonra ortadan kaybolacağını iddia etmiştir.[4]

Freud’un teorisinin oluşumu ile din ve Tanrı hakkındaki düşüncelerinin bu doğrultuda şekillenmesinin nedenlerini incelerken özellikle 19. yüzyılda öne çıkarak Freud’u derinden etkileyen üç bilim adamının görüşlerinin onun için ayrı bir önem taşıdığını söyleyebiliriz. Bu bilim adamları, evrimsel bir felsefenin oluşumuna etki eden Charles Darwin, Feuerbach ve insanların duyu organlarının bir makine gibi işlediğini varsayarak determinist yaklaşımlar üzerinde duran Herrmann von Helmhotz’dür.

[1]Köse, Ali, Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 59. (A. Rizzuto, Why Did Freud Reject God, s. 264-270)

[2]Hall, S. Calvin, Freudyen Psikolojiye Giriş, İstanbul (2010), s. 15, 16.

[3]Köse, Ali, Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 60.

[4]Köse, Ali, Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 62.

  • Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.