Yazar: <span>admin</span>

Manevi Değerler ve Psikoterapi

 

 

 

 

 

Değerler kavramı, asırlar öncesinden beri felsefenin önemli inceleme konularından biri olmuştur. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi ünlü düşünürler ahlak felsefesi kapsamında değerler konusunu ele alırken, ‘değerler bilimi’ adı altında ‘Aksiyoloji’, ruhsal gelişim kapsamında Zen Budizmi, Taoizm gibi doğu tabanlı yaklaşımlar kapsamında incelenmiştir.

Semavi dinlerin kutsal kitaplarında da bireysel ve toplumsal değerler konusu ele alınmış, inanan kişilerin sahip olması ve geliştirmesi gereken manevi değerlerden sıklıkla bahsedilmiştir.

Değerler ve bu bağlamda yaşamın anlamlı kılınması gibi hususlar Varoluşçu felsefe ve psikoterapinin de başlıca odakları arasındadır. Geçmişten günümüze biraz daha yaklaştığımızda değerler konusu, Maslow’un araştırmalarında, Jung’un, Eric Fromm ve Karen Horney’ in yaklaşımlarında, Victor Frankl’ın Logoterapi’sinde önemli bir yer bulmuştur.

Psikoterapinin klinik pratiğinde son yarım asırda Freud ve diğerleri ile süregiden Psikoanalitik ve Psikodinamik yaklaşımlar ve son otuz yılda hâkimiyetini arttıran Bilişsel Davranışçı Terapiler, değerler konusunu terapinin ana hatları kapsamında incelememişlerdir. Değerler, kavramının terapi sürecinin ana hatları içerisine alınması ve klinik pratikte daha yapılandırılmış bir biçimde kullanılması daha öncesinde gelişen ancak son on yılda etki alanını daha çok arttıran Kabul ve Kararlılık Terapisi (KKT) ile olmuştur.

KKT, insanın psikolojik sağlığını ‘psikolojik esneklik’ ile açıklamakta ve bunun için de altı gerekli öğe olduğunu vurgulamaktadır. ‘Hexaflex’ adını verdiği psikolojik esnekliğin sembolü olan altıgenin odak noktaları; kabul, şimdiki anda olma, defüzyon, bağlamsal kendilik, kararlılık ve değerler dir (Hayes et al., 1999; Hayes and Smith 2005).

 

KKT’nin tanımına göre değerler, hiçbir zaman somut olarak elde edilemeyen ancak hayatın her anında bulabileceğimiz bir niteliğe sahip amaçlı davranışlarımıza yön veren seçimlerimizdir (Dahl et al., 2009). KKT, danışanlara seçmiş oldukları çeşitli değer alanları (ailevi, mesleki, dini, vb.) yönünde hareket etmelerine yardım ederken; yaşamı kendileri için değerli kılan unsurları amaç ve hedeflerden ayırarak tanımlayabilmelerini sağlar (Hayes and Smith, 2005)

Değerler; “hedefler”, “arzular” ya da “amaçlar” ile karıştırılmamalıdır. Örneğin, sınıfı geçmek, bir yaşam değeri değil “hedef”tir. Para kazanmak, terfi etmek, ünlü olmak da yine aynı şekilde değerlendirilir. Tüm bunlar, ulaşıldığında bitmeye ve tükenmeye mahkum, ‘sahip olma’ halleridirler. Oysaki değerler, ulaşıldığında tükenmeyen bir “olma hali”ni temsil eder (Flaxman, et al, 2011). Eğer “şefkatli biri olmak” gibi bir yaşam değeri mevcut ise yüzlerce defa şefkatli davranılabilir ancak şefkatli olma değeri tüketilemez. Dolayısıyla ulaşıldığında ya da sınırsız sayıda kullanımına rağmen tükenmeyen ve yaşamı anlamlı kılan öğelere değerler denmektedir (Hayes and Simith, 2005; Luoma et al., 2007; Dahl, et al., 2009).

Değerler, “evrensel” değildirler (Hayes, 2007). Kişisel seçimler ile belirlenirler (Harris, 2007; Hayes, 2007; Westrup, 2014). Ancak bilinçli ya da bilinçsiz bireyler değerler noktasında birtakım seçimler yaparlar. Kimi, değerler ile olan bağlantısını kararlı bir biçimde devam ettirirken, kimi de bu bağlantıyı gün geçtikçe zayıflatır (Hayes, et al., 1999). Değerler, aile, iş, ilişkiler, spirütüelizm, sağlık gibi bir çok alanda kişiye bağlı olarak farklı biçimlerde türetilebilir (Dahl et al., 2009; Hayes et al., 2012). Değerler din ile ilgili olabilir, ancak dini bir olgu olmak zorunda da değildir (Hayes et al., 2004).

Değerler, “içsel-duygusal durumlar” değildirler. Değerler, diğer insanların bireye nasıl davrandığı, bireyin sahip olmak istediği ya da kaçınmak istediği duygu ya da düşünceler ile de ilgili değildir. Değerler, daha esnek bir yaşam sürdürmek için gerekli olan, düşünce, duygu ve olayların geçiciliği karşısında kalıcı ve süreğen bir yön ve eylem pusulası sunan, en önemlisi de kararlılık, eylem ve bağlantılılık gerektiren olgulardır (Stoddard et al., 2014). Dürüstlük, üretkenlik, yardımseverlik, sevecenlik, şefkat, şükredicilik ve affedicilik gibi değerler KKT’nin değerler tanımına uymaktadır. Dolayısıyla değerler, yaşam boyu tükenmeyen, ancak günlük hayatta eylem gerektiren pusulalardır (Chan, 2006; Polk and Schoendorff, 2009; Dahl et al., 2009).

Değerler, sıfat ya da tanımlamalara işaret etmez (Hayes et al., 1999; Hayes and Smith, 2005; Stoddard et al., 2014). Daha çok eylemde bulunmaya ya da ‘olma’ haline denk gelen fiiler şeklinde açıklanabilirler (Hayes and Smith, 2005). Örneğin, ‘güzel bir eve sahip olmak’ ya da ‘çok sevilmek’ bir değer değil iken, ‘içten bir şekilde insanları sevebilmek’, KKT açısından bir yaşam değeridir. Dolayısıyla değerler, sahip olduğumuz şeyler, objeler, sıfatlar ve geçici hedefler değil seçtiğimiz ‘olma’ hallerini tanımlayan ilkelerdir (Hayes and Smith, 2005). Değerler, göreceli ve kişiye göre değişebilir olgulardır. Sahip olunduğunda tükenmez, ulaşıldığında azalmaz ya da bitmezler. Örneğin ‘sınıfı geçmek’ bir hedef olarak açıklanırken, ‘üretken olmak’ bir yaşam değeri şeklinde tanımlanabilir (Dahl et al., 2009).

KKT yaklaşımına göre değerler ekseninde bir yaşam sürmek terapinin ana odağıdır. Her birey tarafından ‘seçilmiş’, hayatı anlamlı ve önemli kılan ilkeler olarak tanımlanan değerler yaşam olaylarını anlamlandırmada ihtiyaç duyulan bağlamın da temel belirleyicisidir.

 

 

• Makale Uzm. Psk. Ali Engin Uygur’un “Değerler Sisteminin (Dini Başa Çıkma, Affedicilik ve Şükredicilik Açısından) Anksiyete Duyarlılığı Üzerindeki Yordayıcı Etkisi: Metakognisyonların Aracı Rolü” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Psikolojik Gereksinimler Çerçevesinden Mutluluğa Bir Bakış – Nedir Mutluluk?

Mutluluk ihtiyaç mıdır?. Kişi mutluyken salgılanan dopamin hormonunun ulaştığı yüksek noktada kendini öyle iyi hisseder ki bazen bir defa gelinen noktanın yanına yaklaşabilmek için onlarca deneme yapmayı göze alabilir insan. Mutluluk farklı kılıklarda çıkabilir insanın karşısına, kişi zihninde arzuladığı o anı yakalamak için koşarken bazen dışı pasparlak ve kıpkırmızı fakat içini tamamen kurt kaplamış bir elmayı ısırabilir hesaba katmadan.

Mutluluk bağımlılık mıdır? kişi bir kez yaşadığı o hayallerindeki mutluluğu, aynı kişilerle, aynı hissiyatla, aynı yerde, aynı şekilde ikinci kez yaşadığında dahi şaşırabilir önceki hazza ulaşamadığına. Yepyeni değildir artık, alışılmıştır, açken tadına varılmış bir ıslak hamburgerin ikincisini yemek gibidir. Madde bağımlılığı gibidir tıpkı, kulandıkça tolerans geliştikçe yetmez, daha fazlasına ihtiyaç duyar bağımlılar, tıpkı mutluluğun peşinde koşarken tüm kaynakları tüketenler gibi.

Mutluluk aldatıcı mıdır? Hangi mutluluğu hangi yaranın merhemi olsun diye sürmeye çalıştığı çok önemlidir insanın. Bazen sevdiğiyle çok güzel ülkelerde tatiller yapmanın tüm karabulutları  dağıtabileceğini sanar insan fakat yağan sağnağın alasını gittiği yerde de görebilir. Bazen yeni bir hayat mutlu edecek sanar insan yeni bir girişim, bir nişanlılık, ama belki birkaç aydan öteye gidemez hisleri, zihnindeki mutluluk damıtma aygıtı sürekli yeni adımlara programlanmıştır çünkü, yeni girişimlerle doymadıkça değersizden de öte ceza gibi gelir başta çok istenip erişilmiş büyük arzular. Kariyerdir bazen mesele en güzel eğitimlere gidilse de yetmez hep neyi yapamadığını tarayan gözlere, iş yerinde atılım yapar ama ileride olanları gördükçe gömer tüm varlığını en derin çukurlara, alışveriş iyi gelir belki aysonu faturalarının pişmanlık tokadı patlayıncaya kadar, borçların yüküyle dolaşmak büyük karamsarlık ödemek nefes almaktır hayat verir der ta ki ensesinde bekleyen yeni arzularla yok olana kadar, “talihsiz” diye nitelendirir kendini zihni başkalarının sahip olduklarıyla her meşgul olduğunda… Mutlu olma ihtiyacı biter mi? Mutluluk açgözlülük müdür?

Mutluluk doyamamak mıdır? Yeni uyaran arayışı kendinde olmayıp başkalarında hoşa giden, ilgi çeken unsurları hedef seçer kendine. Başkalarında olanı kendininkiyle kıyaslarken kayıverir terazinin şirazesi. Bir araştırmada bilim gösterir ki, erkekler eşlerini aldatmada yüksek oranda daha az güzel çiçeklere konma peşine düşerler. Demek ki terazinin havada kalan tarafına koymuştur kendindekileri, ağır gelen taraftaki “şey”ler revaçtadır malzemesine bakılmadan. Nedir peki eşinin yakınındaki güneşini adamın gözünde söndürüp karanlık bir tünelin öbür ucundaki minik ışık hüzmesini cazip yapan? Yenilik? Farklılık? Adrenalin? Kendinde olmayanın tadına bakma merakı bazen, uyaran ihtiyacını karşılayıp ayran gönlünü doyurma sendromu. Buna yatırım yapan kişi doyabilmek için acıkabilmelidir başta öyleyse, acıkmak için ihtiyaç duyduğu sebep ise buzdolabının kapağını açmadan tamtakır olduğuna, sahip olduklarının yetmeyeceğine inandırmasıdır kendisini, vazgeçer malzemeleri pişirip kendi sofrasını düzmekten. Bazen lüks bir restoranda yemek yiyenler cazip gelir gözüne, bazen de fastfoodçudakiler.

Mutluluğun tercümesi nedir öyleyse? Mutluluk ayakların kopuncaya kadar koşmak mıdır, yoksa vazgeçmek midir?

Bir hediyedir mesela, maddi ya da manevi, hediyeye değerini veren ise onun anlamını fark edebilmektir. Teşekkürdür mutluluk, size teslim edilenin karşılığını en güzel şekilde verebilmektir. Beğenmektir mutluluk, sizde olanı taktir edebilme ve minnettarlıktır, unutmamak, hatırlamak, bir an değil her zaman. Tüm bunları kapsayan Kuran’da da vurgulanan bir kavramdır, “Şükretmek”… Şükreden insan bir “şey”e ya da bir başkasına yönelik duyduğu memnuniyeti, Rabbine ya da ona imkan sağlayan kişiye farkındalığı aracılığıyla gösterir. Sahip olduğu “şey”in memnun olunacak parçalarını değerlendirebilme ve taktir etme duygusuna karşılık gelir. Anda kalabilmektir mutluluk, hayatın hızı ve dış dünyanın uyaran bombardumanı altında sürüp giden hayatlarımızda bir ana demir atabilmek ve gözle gördüğünü gönülle hissedebilmek için çaba harcayabilmektir. İnsanın kendisini bir anlık değil sürekli “farkında olma” ve “teşekkür etme” konusunda güdüleyebilmesidir. Gerçek doyum almaktır, bitmeyen yeni arzularla özkaynaklarını tüketip yıpratmasına ihtiyacı  olmadan insanın. Tevazu göstermesidir, gözündeki hırslara başını çevirerek. Yaşadığı anın içinde kalabilmektir gelecek endişelerinden, geçmiş sıkıntılardan arınarak. “Az”ın sağlamlığı ve kalıcılığıdır, “çok”un geçiciliği ve değişkenliği karşısında. Gerçek ihtiyaçların farkında olabilmektir, çok şey istemek yerine. Yaşam amacını doğru belirlemek ve yoldan şaşmamaktır, örfün modernitenin zihnine zerk ettiği hedefler silsilesi yerine…

Uzm. Psk. Ali Engin Uygur

Anksiyete Bozukluğu ve İşlevsiz Baş Etme Stratejileri

Anksiyete bozukluğu, günlük yaşamda stres algısına karşı aşırı duyarlılık, stresi tolere etmede güçlük, tehlike şiddetini olduğundan fazla hissetme, ani ya da aşırı reaksiyon verme ve bunun sonucunda stresle baş edebilmek için sıklıkla işlevsel olmayan savunma mekanizmalarına başvurup geçici bir rahatlama arayışına girilmesi sürecinin kronikleşmiş halidir. Anksiyete bozukluğu yaşayan kişi, yaşamının pek çok alanında sorunlarla baş etmede zorluk yaşar. Kaçınma davranışları ve olumsuz tepkileri nedeniyle sosyal yaşam, akademik hayat, aile içi ilişkiler, iş hayatı gibi alanlarda kayıplara uğraması kaçınılmazdır.

Panik bozukluk şikayeti olan biri panik atak geçirebileceğini düşündüğü yerlerden kendisini korumak için uzak durma eğilimi gösterirken, bu yerlere yalnız başına gitmeyip sürekli bir başkasının desteğini talep ederek kaygısını yatıştırmaya çalışabilir.

Sosyal fobi rahatsızlığı olan biri başkaları tarafından inceleneceğini düşündüğü ortamlarda yoğun kaygı yaşarken, utanmak ve rezil olmamak adına diyalog kurmada, yakın ilişkilerde, sosyal ortamlarda, sunum yapmak gibi odak noktası olmasını gerektiren faaliyetlerde kaçınma davranışı göstererek geçici olarak rahatlasa da yaşamını büyük ölçüde kısıtlar, kendini çok yüksek standartlarla değerlendirdiği için kendinden memnun olmaz, mükemmeliyetçi davranır ve kendisini beğenmeyerek haksızlık eder.

Yaygın anksiyete bozukluğu tanısı almış biri ise belirsiz durumlarla baş etmede çok zorlanır, aklına gelen bir dürtü, bir olay, bir düşünce, gözünün önünde canlanan bir resim ile birlikte tetiklenerek saniyeler içerisinde felaket senaryoları üreterek bunun yoğun stresini yaşayabilir; dahası hayatının pek çok alanında ciddi sıkıntı yaşar.

Obsesif kompulsif bozukluk tanısı almış olan biri ise bir şeyleri biriktirmesi gerektiği hakkında, temizlik ya da kirin bulaşmasına yönelik, simetri ve düzen ile ilgili, cinsel ya da dini konulara ilişkin bellli konulara aşırı hassasiyet gösterebilir, bu konularda belli durumlar karşısında yaptığı yorumlar, belli konulara yüklediği anlamlar sebebiye maruz kaldığı anda kendisini rahatlatmak için belirlediği davranışları yapmak zorunda hisseder. Eğer kendisini rahatlatamaz ve belirlediği sayı ya da sırada rahatlatıcı davranışları uygulayamaz ise buna katastrofik bir yorum yapar ve büyük tehlike olarak algıladığından stresle baş edebilmek için mutlaka rahatlama davranışlarına başvurup anksiyetesini geçici olarak rahatlatmak ister.

Örnek verdiğimiz tüm durumlar aslında kişinin yaptığı yorumla birlikte kendine has bir anlam kazanmaktadır. Ortak nokta kişinin tehlike olarak algıladığı durum karşısında kendi gücünü çok küçük tehlikeyi ise çok büyük görmesidir. Bu sebeple anksiyetesini yükselten durum ile mücadele etmenin en kolay yolu olarak belirlediği kaçınma stratejileriyle ömrünü sürdürür. Önemli olan kişinin nasıl da her seferinde kendi geliştirdiği stratejilere başvurarak geçici bir rahatlama sağladığı, anksiyetesini kısa süreli azalttığını görmesi, fakat kaygıyı arttıran durumla tekrar karşılaşıldığında kaygısının bu her seferinde çok daha fazla yükselmesine neden olduğunu görebilmesidir. Kaçınma davranışı yaptıkça kaygının bir sonraki seferde daha da artması kişinin kısır döngüsüdür. Kişinin kendisiyle ilgili farkındalık kazanması, bu kısır döngünün içinde yaşamaya devam ettiği sürece sıkıntılarından kurtulmasının daha da zorlaştığı, önemli olanın bu kısır döngüden doğru yollarla çıkacak stratejiler geliştirmek olduğu, kişinin yaşamının iplerini tekrardan eline alabilmesi için gereklidir.

Psikoterapi süreci ise acıyla ve kaygıyla hatalı yollardan baş ettiğimiz bu kısır döngüyü tanımamızı, bunun etkilerini anlamamızı, alternatif ve işlevsel yollar geliştirerek acıyla baş etmede yeni perspektifler kazanmamızı, uyguladıkça yeni bir sistem ve farkındalık geliştirebilmemizi sağlamaktadır.

 

İçinden hiç çıkamayacağımızı düşündüğümüz, kimsenin bizi anlamadığını hissettiğimiz, hiç bir şeyin düzelmeyeceğine inandığımız durumlar ile ilgili her zaman bir umut vardır. Yeter ki alternatif stratejilere ulaşamadığınızda en azından işin profesyönelinden yardım almayı denemek için kendinize bir şans verin.

 

Tükenmişlik Sendromu Nedir?

Tükenmişlik sendromu ilk olarak 1970’li yıllarda insanlarla yoğun diyalog içeren meslek çalışanlarında gözlemlenen psikolojik bir sendrom olarak tanımlanmıştır. Kelime anlamıyla paralel şekilde “tükenmişlik” den kasıt uzun bir süreç içerisinde gelişen, iş stresine dayalı duygusal çökkünlük haliyle birlikte fiziksel yorgunluğun ve enerji kaybının eşlik ettiği bir tabloyu içermektedir.

Pek çok sebep tükenmişlik sendromuna yol açabilir. Uygunsuz çalışma koşulları, kişilerin becerilerine uygun olmayan bir işte çalışmalarının getirdiği tatminsizlik, yetenek ve çabaların diğerleri tarafından görülmemesi, sorumluluk sahibi olunan alandaki bireysel düşünce ve fikirlere değer verilmemesi, kişilerin uygun başa çıkma davranışları gösterememeleri “tükenmişlik sendromu”nun bazı sebeplerindendir.

Bu sendroma yol açan başlıca stres kaynaklarından söz etmek gerekirse; işyerinde aşırı yoğunluk, zaman sıkışıklığı ve organizasyon eksikliği gibi, kurum içinde kariyer yükselişi olmaması, maddi yetersizlik, taktir görmeme, düşüncelerin önemsenmemesi gibi, bireysel bazlı uyku problemleri, düzensiz beslenme, aşırı sorumluluk duygusu, yüksek beklentiler, olumsuz duygu ve düşünceler gibi, diğer insanlarla ilişkideki bir takım çatışmalar, disfonksiyonel kişilerarası ilişkiler,  iş ve özel yaşamın birbirinden ayırt edilmekte zorlanılması gibi çeşitli etkenler sıralanabilir.

Tükenmişlik belirtileri gösteren kişi öncelikle duygusal olarak tükendiğini hisseder. Kişinin mesleki ilgisi ve coşkusunda azalma ile enerji kaybı bu duruma örnektir. Duygusal olarak tükenen kişi için ikinci aşama duyarsızlaşma aşamasıdır. Duyarsızlaşma duygusal olarak tükenen bireyin insanlarla ilişkisini sınırlayarak azaltması izole olarak içeri çekilmesi, empati yeteneklerinin iyice azalarak karşısındaki insanları görmeyen, duygu ve düşüncelerini önemsemeyen, onlarla empati kuramayan bir yapının ortaya çıkmasını dolayısıyla diğerlerine karşı negatif ve ilgisiz bir tutumu içerir. Duyarsızlaşma yaşayan birey belli bir süre sonra kendi durumu ile ilgili bir farkındalık geliştirerek kendisini iyi hissettiği eski zamanlarla şimdiki mutsuz ve değersiz hissettiği zamanları birbiriyle kıyaslar. Sorunların üstesinden gelmekte oldukça zorlandığını, üretkenliğinin son derece azaldığını farketmesiyle birlikte kendisini duygusal olarak daha da tükenmiş hissetmeye başlar ve gittikçe kötüleşen bir kısır döngünün içine girer.

Tükenmişlik sendromu başlangıçta sadece mesleğe yönelik tanımlanmış olmasına rağmen kişi hayatının insanlarla yoğun ilişki içeren bir çok alana ilişkin tükenmişlik yaşayabilir. Aile, okul, çalışma grubu, arkadaş grubu, organizasyon gibi pek çok alanda aynı şekilde sosyal izolasyon, duygusal çökkünlük, daha önceden başarıyla yapılan işlerde işlevsellik kaybı, fiziksel enerji azalması şeklinde görülebilir.

Tükenmişlik sendromu yaşayan bireyler başa çıkamadıkları sorunlar karşısında bazı psikopatolojik semptomlar gösteriler. Bu bireylerin acıyla başedebilmek uğruna geliştirdikleri işlevsel olmayan bazı kaçış yönleri olarak tanımlayabileceğimiz bazı savunma mekanizmaları bastırma, inkar, çarpıtma, karşıt  tepki kurma, entellektüalizasyon, yansıtma, yansıtmalı özdeşim gibi mekanizmalardır. Aynı zamanda bu kişiler bir takım somatik yakınmalar, yorgunluk, migren, sırt ve boyun ağrısı, nefes daralması, sık hastalanma, mide bağırsak problemleri, üriner sistem problemleri gösterebilirler. Duygusal geri çekilme gösteren bu bireyler uygunsuz duygulanım, depresyon belirtileri, kafa karışıklığı, konsatrasyon bozukluğu, şüphe, öfke, düşük öz saygı, kötümserlik, umutsuzluk ve anksiyete bozuklukları gibi tablolarla karşımıza gelebilirler.

Ancak tükenmişlik sendromu yaşan her birey depresyonda, her bireyin psikosomatik rahatsızlığı var, ya da her bireyin anksiyete bozukluğu da var demek doğru olmaz. Ortak belirtiler göstermesi, bu hastalıklara yatkın hale geldiğine işaret edebilir. Ancak bunlardan herhangi birisine yakalandığını kanıtlamaz. Bu hastalıklara ait tanımlanan belli sayıda semptomun belli bir kısmının belli bir süreyle bir arada görülmesi şartıyla saydığımız rahatsızlıklardan bir tanesinin tanısı koyulabilir.

Çocuklarda İhmal Edilme Hissinin Kişilik Gelişimi Üzerindeki Etkisi

Çocuklarda ihmal edilmenin psikolojik etkileri üzerinde duran Alfred Adler, bu durumun ilerleyen yıllarda kişilik gelişimi üzerinde yol açtığı sorunlara değinmiştir. Adler, şımarık çocuklardan daha düşük sıklıkta karşılaşılsa da tıpkı onun gibi gerçeklikten ayrı, kurgusal bir yaşam görüşüne sahip olan bir diğer sorunlu çocuk tipinin ihmal edilmiş çocuğun durumu olduğunu belirtir. İhmal edilmiş çocuk, başta annesi olmak üzere ona güven duygusunu aşılayacak kimseyi bulamamış, daha önce toplumsal duyguyu, birliktelik ve dayanışma hissini yaşayabileceği bir sosyal deneyime sahip olmamış, küçük yaştan itibaren kendisini ihmal edilmiş ve dışlanmış hissetmiştir. Aslına bakılırsa etrafımızda tam manasıyla doğuştan itibaren ihmal edilip yalnız bırakılan bir çocuk örneği görebilmek pek mümkün değildir. Çünkü bu şartlara maruz kalan bir bebeğin kendi başına hayatta kalma ihtimali yok denilecek kadar azdır. Yaşamının ilk yıllarında ilgisizlik ve ihmale maruz kalan pek çok çocuğun yaşama veda edebildiğini belirten Adler, hayatta kalabilenlerin yaşadıkları güçlüklerin ise onları ihmal edilmiş hisseden ve hayatı bu görüş üzerine kurgulayan çocuklar olmaya sevk ettiğini savunur. Ancak ihmal edilmiş hisseden çocukların pek çoğunun aslında başlangıçta bir süreliğine şımartılmış olduklarını, fakat kısa süre sonra şımartılma sürecinin sona ermesi sebebiyle kolayca kendilerini ihmal edilmiş hissedebildiklerini de ifade eder. Bu görüşten yola çıkarak kendisini sürekli ihmal edilmiş hisseden bir çocuğun geçmişinde şımartıldığı bir dönemin varlığından şüphe etmek yanlış olmaz.[1]

Psikolojik açıdan ihmal edilmiş hisseden bir çocuk, henüz küçük yaşta edindiği yetersiz deneyimiyle yaptığı yanlış çıkarımlar sonucu dış dünya ile işbirliğini keserek, tüm ilgisini kendisine yoğunlaştırmasıyla hataya sebebiyet verecek pek çok olumsuz eğilim sergileyebilir. Sevgi ve işbirliğini öğrenmediği için toplumu soğuk ve düşmanca gören ihmal edilmiş çocuk, insanların sevgi ve saygısını kazanabileceğinin farkında değildir, ayrıca kendisine güvenmemekte ve sahip olduğu kapasiteyi de küçümsemektedir. İletişim kurma ve insanlarla iyi geçinme konusunda bilgisiz olan ve işbirliği yapmayı öğrenmeyen ihmal edilmiş çocuk, Adler’e göre gerçekten güvenebileceği bir ‘başka insan’ bulamamıştır. Yaşamdaki başarısız pek çok kişinin öksüz ya da gayri meşru çocuklardan oluşması ve bu türden çocukların ihmal edilmiş çocuk sınıfına mensup olmaları üzücü bir gerçektir.[2]

Çocuklukta kendilerini ihmal edilmiş gören, küçümsenmiş hisseden kişiler ilerleyen yıllarda daha geniş bir sosyal çevreye karışmaya başladıklarında beğeni kazanmayı arzulayarak tehlike doğurabilecek durumlarla yüz yüze gelebilir, kendilerini pohpohlayan insanlar tarafından kolayca kandırılabilirler. Adler, evde onaylanmadığını hissederek sonunda beğenildikleri ve ilgi odağı haline geldikleri bir konum kazanabilme hevesiyle cinsel ilişki yaşamaya başlayan pek çok kız ile karşılaştığını belirtmektedir.[3]

Bireylerin yaşama ilişkin tutumunun ilk gelişim evresinde hatalara sebebiyet vermemek için aile içinde çocuklara eşit davranmaya, ayrımcılık yapmamaya, bir çocuğu diğer çocuğa yeğlememeye dikkat edilmelidir. Bireysel Psikoloji açısından bir çocuğun diğerinden üstün tutulduğu ortamlar cesaret kırıcıdır, ayrıca kıskançlık, yetersizlik gibi olumsuz hislerin gelişmesine ve işbirliği yeteneğinin kaybolmasına da yol açar.

[1] Alfred Adler, “The General System of Individual Psychology: Overview and Summary of Classical Adlerian Theory & Current Practice”, The Collected Clinical Works of Alfred Adler, Ed. Henry T. Stein, C. XII, (Washington: Alfred Adler Institute, 2006).

[2] Adler, Yaşamın Anlamı.

[3] A.e.

 

 

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Psikoloji ve Din Açısından, Bireyde Doğuştan Gelen Üstünlük Hedefi ve Omnipotent Duygular

Yaşamın da bir gün sonunun gelecek olması ve her geçen dakika bu sona doğru ister istemez, adım adım devam eden ilerleyiş, yaşamın anlamını düşünen bir bireyi hayatı sorgulayarak nihai bir amaç edinmeye teşvik eder. Yaşamın anlamı, kişiye göre öznel olarak belirlenen üstünlük hedefi doğrultusunda her insanda değişiklik gösterir. Alfred Adler, Bireysel Psikoloji Teorisinde bireyin doğuştan gelen üstünlük duygularına oldukça önem vererek açıklamaya çalışmıştır. Adler, uğrunda mücadele verilen hedeflerin aslında gerçek olgular olmadığını, gerçekleşme ihtimali olan potansiyeller olduğunu belirtmektedir. Diğer bir deyişle Adler, bireyin kendine özgü olarak belirlediği ideallere ulaşmak için çaba sarf ettiğini, ancak hedeflerinin aslında gerçeklik karşısında test edilemeyen, kurgusal ya da hayali idealler olduğunu savunmaktadır.[1]

Bireysel Psikoloji’ye göre yaşamın yararsız tarafına yönelik hareket ettiğinin farkına varan bir birey, bunun yerine bireysel ve toplumsal faydaya dönük doğru bir üstünlük hedefi belirlemesi gerektiğini anladığı takdirde, bu yönde çaba sarf ederek ortaya toplumsal faydaya dönük bir yaşam biçimi koyacaktır. Tek tanrılı dinlerde de günahlarının farkına varan bir bireyin, tövbe ederek hayra ve barışa yönelik ameller ortaya koyma ve ahiretini kurtarmak için çaba sarf etme, iman edenlerle bir arada mücadele etme süreçleri birbirine temelde oldukça benzemektedir. Bireysel Psikoloji, bu süreci bireyin kendini ve toplumunu geliştirmeye yönelik, ileri doğru hareket etmesi şeklinde görürken, tek tanrılı dinler, bireyin gözündeki gaflet perdesinin kalkmasıyla birlikte, iman etmesi, hayra ve barışa yönelik ameller ortaya koyması şeklinde değerlendirir.

Tek tanrılı dinler, dünya hayatının ahiret yanında çok kısa ve geçici olduğunu, gerçek mükâfatın ise ölümden sonra ahirette verileceğini savunurlar. İnsanlar bu doğrultuda ölüm sonrası bir hedef olan ahirette cenneti kazanmayı kendilerine nihai üstünlük hedefi olarak belirlemeli, hayra ve barışa yönelik işler yaparak, Tanrı’nın rızasını kazanmak için çaba sarf ederek ve tek tanrılı dinlerin getirdiği kuralları uygulayarak yaşam biçimini şekillendirmelidirler. Kutsal kitaplarda geçen bazı ifadeler bu konuya örnek olarak gösterilebilir:

 

15- Hakla yürüyen, ve doğru söyliyen, gadr ile olan kazancı hor gören, rüşvet almaktan ellerini silken, kan dökme sözünü işitmeğe kulak tıkayan, ve kötülüğü görmemek için gözlerini yuman;

16- yüksek yerlerde o oturacak; kaya hisarları onun yüksek kulesi olacak; ekmeği verilecek; suyu emin olacak. [2]

 

62- Şüphesiz, inananlar (Müslümanlar) ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden (her bir grubun kendi şeriatında) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır” (diye hükmedilmiştir).[3]

 

Bireysel Psikoloji, inançlara ve davranışlara odaklanırken, dini inanç sistemlerinde ve kutsal kitaplarda anlatılan kıssalarda olduğu gibi bireysel sorumlulukların ve seçim yapma özgürlüğünün üzerinde durmaktadır. Bireysel Psikoloji’deki teleolojik yaklaşımın muhafazakâr ya da maneviyatı yüksek insanların terapi aşamalarında oldukça fayda görmesini sağladığından söz etmek mümkündür. Din psikolojisi alanında çalışmaları bulunan, çalışmalarında dinin ruh sağlığı üzerindeki etkilerini araştıran, uzman klinik psikolog Kenneth I. Pargament, dindar ya da manevi yatkınlığı olan bireylerin kendilerini kutsalı arayan kişiler olarak gördüklerini, aşkın olan bir varlığa yöneldiklerini, hayatlarına anlam veren şeyi bulmaya ve onu korumaya çalıştıklarını belirtmiş, psikologların ise insanların hayatlarındaki kutsal ve manevi amaçları göz önünde bulundurarak spiritüeliteyi psikoterapi sürecine doğru şekilde entegre edebilmek için önemli çalışmalar yapmaları gerektiğini savunmuştur. Adler insanlara motive edici gücü veren nihai hedefleri için çaba sarf ettikleriklerinden, bu işlevi yerine getirmenin insanların tabiatında bulunan ideal bir durum olduğundan bahsetmiştir. Bu görüşe paralel şekilde Pargement, kutsalı arama ve maneviyat potansiyelinin insana yaratılıştan geldiğini, bireysel seçimlerin, çevresel ve biyolojik şartların etkisiyle bazı insanların bu konuda diğerlerinden daha fazla motive olduklarını ifade etmiştir. Uzman klinik psikolog Pargement, insanların yaşam boyu arayış süreci içerisinde olduğunu ve bu doğrultuda çaba sarf ettiğini, ancak böyle radikal bir varsayımın, sosyal öğrenme, psikodinamik ve biyolojik yaklaşım gibi zamanın önemli teorileriyle çeliştiğini, Adler içinse nihai amaca doğru çabalamanın Bireysel Psikoloji’nin en önemli temel bakış açısı olduğunu belirtmiştir.[4]

Tüm hedefler için ortak bir nokta bulabileceğinden bahseden Adler, bunun temelde omnipotent bir duygu olarak açığa çıkan ‘Tanrı gibi olma’ arzusu olduğunu iddia etmiştir. Dini inanç sistemlerinde tüm zamanlarda ve sonsuzda yaşayan ölümsüz varlık olan Tanrı görüşünden yola çıkarak, insanların ‘Tanrı gibi olma’ hayaline kapıldığından söz eden Adler, tanrı tanımazların dahi Tanrı’yı yenmek, ondan yukarıda olmak gibi güçlü üstünlük hedefleri taşıyabildiklerinden söz etmiştir. Çocuklarda küçük yaştan itibaren kendisini hissettiren üstünlük hedefine yönelik davranışlar incelendiğinde açıkça “Tanrı olmak isterdim” ifadesini kullanan çocuklar görebilmenin mümkün olduğunu belirten Adler, çocukları ‘Tanrı gibi olma’ üzerine eğitmek isteyen bazı eğitmenlerin bulunduğunu da ifade etmiştir. ‘Tanrı gibi olma’ kavramının daha alçakgönüllü bir ifadeyle ‘superman’ olma düşüncesiyle de ifade edilebileceğini söyleyen Adler, bunun her şeyi bilme, evrensel bir akla sahip olma arzusunun ve yaşamı sonsuz kılma isteğinin daha ussal bir ifadesi olduğundan söz eder. Bazı dinsel öğretilerde de mevcut olan, buna paralel bir üstünlük hedefinin varlığına işaret eden Adler, Hıristiyanlık inancına göre Hz. İsa’nın havarilerinin kendilerini ‘Tanrı gibi olma’ üzerine eğitmeye çalıştığından da bahsetmiştir.[5]

Ruhsal dengesi bozulan insanların ‘Tanrı gibi olma’ arzularını sıkça dile getirdiklerini ifade eden Adler, Napolyon ya da Çin İmparatoru olduğunu iddia ederek ortalıkta dolaştıklarından, toplumun gözü önünde, dünya çapında ilginin merkezinde ve tüm dünya ile radyo iletişimi içinde olmayı, her konuşulanı dinleyebilmeyi arzulayarak doğaüstü güçler hayal ettiklerinden söz etmiştir. Adler, Nietzsche’nin ruhsal dengesinin bozulduğu bir dönemde Strindberg’e yazdığı bir mektubu ‘çarmıha gerilen’ olarak imzalamasını, duruma benzer bir örnek olarak vermiştir.[6]

‘Tanrı fikri’ ile mükemmelliğe ulaşma amacının iç içe olduğundan söz eden Adler, zamanla bu inancın daha somut bir hal alarak insanın mükemmelliğe erişmek için duyduğu, soyutlanamayan omnipotent arzularına en iyi yanıtı verdiğinden söz etmiştir. Ayrıca sosyal duyguların insana dini amaçlar edinmede ve uygulamada verdiği motivasyondan bahseden Adler, dinin insanları aynı amaç uğrunda bir araya getirici etkisinin bulunduğuna da değinmiştir.[7]

Dini inanç sistemlerinin aşırı zorluklar ve katı kurallar içermediğini savunan Adler, aksine dini inancın insanın mükemmeliyete ulaşabilmesi yolunda önemli bir basamak olduğunu ve bu ilişkinin Bireysel Psikoloji ve dini inanç sistemleri arasındaki en büyük uyumun kanıtı olduğunu belirtmiştir.[8]

[1] Duane P. Shultz & Sydney Ellen Schultz, Theories of Personality, (California: Wadsworth, 2005), s. 130.

[2] Eski Ahit, İşaya (33): 15-16.

[3] Kur’an, Bakara 2/ 62.

[4] Bkz. Johansen, Religion and Spirituality in Psychotherapy: An Individual Psychology Perspective., s. 47-48.

[5] Adler, Yaşamın Anlamı, s. 57.

[6] A.e.

[7] Adler, Social Interest: A Challange to Mankind, s. 158.

[8] Baruth & Manning, a.g.e., s. 431.

 

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Fiziksel Yetersizliklerin Bireyde Kişilik Gelişimi Üzerindeki Psikolojik Etkileri

Fiziksel kusurlar ve organ yetersizlikleri bireyin yaşamı süresince bir takım engeller yaratabilecek unsurlardandır. Fiziksel yetersizliği bulunan bireyler, onları sadece kendi sorunlarına odaklanmaktan uzaklaştıracak ve başkalarıyla ilgilenmeleri doğrultusunda teşvik edecek yardımcı birilerini bulamadıkları takdirde, sürekli olarak fiziksel yetersizlikleri ve hareket etme güçlükleri ile ilgilenerek dikkatini yeterince çevreye yöneltmeyi öğrenemezler. Bu yaklaşım aynı zamanda onların zihinsel gelişimlerini de yavaşlatmakta, bedenlerini sürekli üstünlük konumuna yöneltmeleri ve kendilerini denetlemeleri, akılları için daha da yorucu ve güç bir hal almaktadır. Başkaları ile ilgilenmek için zaman ayırmayarak benmerkezci hale gelen, kendi sorunlarına odaklı bireylerin, toplumsal duygusu ve işbirliği yapma yeteneği yeterli ölçüde gelişmez.

Bireysel Psikoloji Teorisi’nde bu konuyu detaylıca ele alan Alfred Adler’e göre fiziksel yetersizlikler hiçbir zaman kaçınılmaz bir kader anlamı taşımaz. Eğer birey aklını doğru çalıştırarak engellerin üstesinden gelmek için çaba sarf ederse engelli doğmayanlar kadar yüksek bir başarı gösterebilir. Hatta kimi zaman engellerine rağmen gösterdiği başarının, herhangi bir kusuru bulunmayan her türlü avantaja sahip çocuklardan dahi yüksek olması tesadüf değildir. Bu şekilde kusurlarını telafi edebilen bireyler, Adler’e göre toplumun bütününe katkıda bulunmak isteyen ve ilgisi yalnızca kendi üzerine odaklanmamış olan kişilerden oluşmaktadır.[1]

Yetersizlik duygularına sahip kusurlu çocuklar, kendilerini güçlüklerden kurtarıp çevreye katkıda bulunmaya teşvik edilir ve kendileri de bunu isterlerse başarılı olabilirler. Çaba sarf etmeleri gereken üstün bir amaç olduğuna inandıkları takdirde, bu amacın gerçekleştirilmesini kendi engellerinden daha önemli görürlerse cesaretlerini yüksek tutarak motive olabilirler. Diğer bir taraftan yalnızca zayıflıklarından kurtulmakla ilgilenip geride kalan çocuklar, yaşamın yararsız tarafına yönelik hedefler belirleyerek kendilerini bu hedef doğrultusunda motive ederler. Yemek yeme zorluğu, idrar tutamama, gece bağırmaları, sık nefes alma, sürekli öksürük, kabızlık, kekemelik gibi bir takım güçlükleri çeken çocukların birçoğunun aynı zamanda şımarık ve bağımlı çocuklar olduğu, bu sebeple bağımsızlığa ve işbirliğine karşı direndikleri ve başkalarının yardımını istedikleri, çevreye sosyal yetersizliklerini göstererek kendilerini tatmin etmeye çalıştıkları görülebilir. Aile içerisinde yetersizliklerinin üzerine aşırı düşüldüğünü fark eden çocuklar, konuya önem verildiğini gördükçe bunu alışkanlık haline getirerek kendi lehlerine kullanmaya çalışırlar. Adler, bu noktada yalnızca yetersizlikleri telafi etmeye çalışmanın yetmeyeceğini, bunun yanında ancak sosyal duyguyu güçlendirme çabasıyla başarı sağlanabileceğini savunmaktadır.[2]

Hiçbir fiziksel engelin bireyi çarpıtılmış bir yaşam biçimine zorlamadığını savunan Adler, kusurlu organları üzerinde sağlıklı kişilerin yaptığından daha fazla yoğunlaşan ve dikkatini buraya yönelten kişilerde, aklın kusurları yenmenin bir yolunu bulabileceğini ve kusurlu organın böylelikle avantaja dönüşebileceğini belirtir. İlerleme ve buluşların sıklıkla gerek fiziksel, gerekse maddi zorluklara karşı mücadele vermiş kişilerden geldiği, kültüre katkıda bulunan ünlü kişilerin pek çoğunun bozuk sağlıkları sebebiyle sıkıntı çektiği ve bir kısmının ise genç yaşta öldüğü, ressam ve şairlerin pek çoğunun görme kusurlu olduğu düşünüldüğü takdirde, örnekler Adler’in iddiasını desteklemektedir. Kusurları iyi eğitilmiş akıllarla aşabilen bireyler, pek çok sağlıklı kişiden daha başarılı ve yetenekli hale gelmişlerdir.[3]

[1] Adler, A., Psikolojik Aktivite: Üstünlük Duygusu ve Toplumsal İlgi, s. 39.

[2] Adler, A., Sosyal Duygunun Gelişiminde Bireysel Psikoloji, s. 73.

[3] Adler, A.,  Yaşamın Anlamı, s. 23.

 

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

ÇOCUKLARDA DOĞUM SIRASININ KİŞİLİK GELİŞİMİ ÜZERİNDEKİ PSİKOSOSYAL ETKİLERİ

Kişiliğin gelişiminde doğum sırasının önemi üzerinde duran önemli teorisyenlerden bir tanesi Alfred Adler’dir. Adler, anne babanın birbiriyle işbirliği içerisinde bulunduğu özverili bir ortam içinde olsa dahi, çocukların aile içerisindeki konumlarının birbirinden farklı sosyal koşullara tabi olması sebebiyle, farklı kişilik sergilediklerini savunmuş, yaşanan deneyimleri ilk çocuk, ortanca çocuk, en küçük çocuk ve tek çocuk deneyimleri olarak ayrı ayrı sınıflandırmıştır.

Bu yaklaşıma göre ilk çocuk doğduğu andan itibaren, ikinci çocuğun doğumuyla tahttan indirilene kadar ailenin tek başına ilgi odağıdır ve özenle büyütülür. İkinci çocuğun doğumuyla birlikte konumunun değişmesiyle kendisini farklı bir noktada bulan ilk çocuk, bunu büyük bir darbe olarak algılar ve sonrasında düzen ile otoriteyi devam ettirebilmek adına endişeli, düşmanca, otoriter ve muhafazakâr hale gelebilir.[1] Eğer ilk çocuk ailesi tarafından sonradan gelen çocuğun gelişine özenle hazırlanmış ve işbirliği yapmak üzere eğitilmişse kriz kötü etkiler bırakmadan atlatılabilir. Ancak ikinci çocuğun gelişini derinden yaşayan ilk çocukların bir çocuğunun yaşadığı yoksunluk trajedisinin erişkinlik yaşamını şekillendirdiğini ve pek çok olguda dibe vurduklarını, sorunlu, nevrotik, suçlu, ayyaş olabildiklerini gözlemlemek mümkündür.[2] Güç kullanmayı ve hileler bulmayı daha iyi beceren ilk çocuk, anneyi üzmeye çalışıp, onun kendisini göz ardı edemeyeceği şekilde davranmayı sürdürürse, bir süre sonra aile içinde sevilmediğini ve geri plana itildiğini hissetmeye başlayabilir. İlgi çekecek kimseyi bulamadığını hisseden ilk çocuk, kendisini haklı görerek insanların sevgisini kazanamayacağını düşünerek zamanla sinirli ve içe dönük hale gelir, topluma yönelik ilgiden yoksun yetişir, başkalarıyla kaynaşamaz, kendini yalnızlığa alıştırır, eylem ve dışavurumları ise geçmişe ve dikkat merkezi olduğu zamanlara yöneliktir.[3]

Ortanca çocuk ilk doğan çocuğa göre çok daha farklı bir konumda bulunmaktadır. Doğduğu andan itibaren dikkati kendinden büyük çocukla paylaşır ve ilk çocuğun kendisinden önceki tahtına oturduğundan ilerleyen yaşlara kadar habersizdir. Doğuştan rekabete girmesi sebebiyle genellikle isyankâr, kıskanç ve hırslıdır, ilk doğan çocuğu bir şekilde yakalamak ve geçmek ister. Ortanca çocuk, kendisinden sonra aileye başka bir çocuk geldiği ve konumunu yitirdiği takdirde bu durumu atlatmak için ilk çocuğunki kadar ağır bir süreç yaşamaz, çünkü başka bir çocukla işbirliği yapmayı öğrenmiştir. Bu sebeple ortanca çocukların işbirliği yapma yetenekleri ve toplumsal ilgileri diğer sıradaki çocuklardan fazla gelişir, ayrıca geride kalmamak için de çok çaba sarf ettiği için genellikle hem yetenekli hem de başarılı olurlar. İlk doğan çocuk genellikle ortanca çocukla rekabet etmekten korkar ve ortanca çocuk ondan daha başarılı olur.[4] Adler fiziksel yetersizliklerle doğmuş bir çocuk olmasına rağmen, aynı zamanda ikinci çocuk olarak ağabeyi ile yaşamı boyunca rekabet içerisinde olmuş ve fiziksel yetersizliğine karşın çalışmalarında uluslararası düzeyde başarı göstererek kendisini ispat etmiştir. Ancak bu başarıları sonrasında dahi kendisini ağabeyinin gölgesinde kalmış hisseden Adler, orta yaşlarında “iyi bir sanayici olan abim Sigmund, her zaman olduğu gibi yine benim önümde” demiştir.[5]

En küçük çocuk genellikle tüm ailenin en çok ilgi gösterilip şımartılanıdır ve şımarık çocuk özellikleri gösterse de kendinden büyüklerle çok fazla rekabet ettiği için, iyi bir gelişme göstererek diğerlerini geride bırakabilir. Tarihte kahramanlık hikâyeleriyle anılan pek çok en küçük çocuğa rastlamak mümkündür. Anne, baba ve kardeşlerinden hep destek gören en küçük çocuk, hırsını ve gayretini uyaracak çok fazla etken olması sebebiyle ileride ailenin direği haline gelebilir. Ancak diğer yandan, şımarık çocuk özellikleri sergilemesi nedeniyle de, kendi çabasıyla başarı gösterme cesaretine sahip değildir. Bu sebeple en küçük çocuklar hem tembel, hem de hırslı ve hayalcidirler. [6]

Adler’e göre tek çocuk, çoğunlukla istediği takdirde çocuk sahibi olabilecek, ancak birden fazla çocuğu destekleyecek maddi imkâna sahip olmadığını düşünen ailelerde daha sık görülmektedir. Bu tarz ailelerde ortamının gergin olması, anne babanın ürkek ve kötümser olmaları muhtemeldir. Adler, doğan çocuklar arasında uzun zaman aralığı bulunduğu takdirde, her çocuğun tek çocuk özelliği taşıma ihtimalinin yüksek olduğunu, tek çocuğun en önemli özelliğinin ise, dikkat merkezi olmayı yalnızca kendi hakkıymış gibi görmek olduğunu belirtir. Bu sebeple Adler, üç yıl farkla doğan çocuklardaki yaş aralığının hem küçük kardeşle iş birliği yapma, hem de birden fazla çocuğun varlığını kabullenme açısından ideal yaş aralığı olduğunu savunmaktadır.

Bireysel Psikoloji teorisi, tek çocuğun kendine özgü bir takım sorunları olduğu, ancak burada yaşanmakta olan rekabetin, ortamda rakip olarak başka kardeş bulunmadığı için babaya karşı yaşandığı görüşündedir. Buna göre anne tarafından şımartılan çocuk, anneyi kaybetmekten korkar ve ‘anne karmaşası’ olarak adlandırılan mekanizmayı geliştirerek bu yönde babayı aile resminden atmaya çalışır. Dikkat merkezi olmayı yalnızca kendi hakkı olarak gören tek çocuk, bunun aksinin yaşandığı durumlarda son derece zorluk çeker. Bu sebeple konumunu tehlikeye sokmamak için kendinden sonra gelen bir kardeşe sahip olmayı hiçbir şekilde istemez.

Toplumsal yaşamda mevcut olan, insanlar arasında yaşanan rekabet ve yarışın temel nedeni, başkalarını alt etme ve geride bırakma hedefinin peşinden koşmaktır. Bu hedef, ilk çocukluk deneyimlerinin, kendini aile içerisinde eşit hissetmeyen çocuklarda oluşan rekabete yönelik eğilimin ve çabaların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Adler yetişkinleri incelediğinde ilk çocukluktan beri devam eden bir takım etkilerin önemli rol oynadığını, aile içerisindeki konumun bireyin hayatında kalıcı izler bıraktığını, gelişimde karşılaşılan güçlüklerin ise aile içindeki rekabet ve işbirliği eksikliğinin sonucu olarak açığa çıktığını iddia eder. Bu durumun gelişerek sorun haline gelmesine engel olacak olan yaklaşım ise anne ile baba arasında dayanışma ve işbirliğinin bulunması, ayrıca bunun çocuğa da öğretilmesidir. Adler, iş birliği konusunda eğitilen çocuğun, bu dezavantajlardan da kurtulacağını savunur.[7]

[1] Duane P. Shultz & Sydney Ellen Shultz, Modern Psikoloji Tarihi, s. 658.

[2] Adler, Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 9.

[3] Adler, Yaşamın Anlamı, s. 121, 122.

[4] Adler, Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 10.

[5] Shultz & Shultz, a.g.e., s. 658.

[6] Adler, Yaşamın Anlamı, s. 125.

[7] A.e., s. 126, 128.

 

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Anadolu Yakası Psikolog-Psikoterapi Hizmetinde Randevu Nasıl Alınır?

İstanbul-Anadolu Yakası, Kadıköy’de bulunan kliniğimize Psikoterapi hizmeti için başvurmaya karar verdiğinizde randevu almak için bize telefon ya da mail yoluyla ulaşabilirsiniz. Asistanımız size en uygun randevu zamanını belirlemek için yardımcı olmaya çalışacaktır. Kliniğimizdeki psikolog randevu fiyatları hakkında bilgi almak için asistanımıza başvurabilirsiniz.

Psikoterapiden fayda görebilmek için seans sıklığının genellikle haftada 1 defa olması tercih edilmektedir. Bu sebeple haftalık randevu saatinizi belirlerken her hafta aynı gün aynı saatte düzenli olarak seansa gelebileceğiniz bir saati belirlemeniz sizin için faydalı olacaktır. Seansınızı iptal etmek ya da saatini değiştirmek gibi bir talebiniz olduğu taktirde, kliniğimizdeki haftalık psikoterapi randevularını organize etmede problem yaşanmaması adına, en az 48 saat önceden tarafımıza bilgi vermeniz rica olunur.

Psikoterapi randevusu almak  ya da 2016 yılı psikolog seans ücretleri hakkında danışmak için: Tıklayarak iletişime geçin

Anadolu Yakası, Suadiye Bağdat Caddesi’nde Psikolog Randevusu almak için: Tıklayın