Yazar: <span>admin</span>

Jung’un Dine Bakışı

Jung’un geliştirdiği düşünce ekolü, kendisiyle aynı akademik gelenekten gelen Freud ve Adler’den, dine yönelik farklı tutumu nedeniyle ayrılmaktadır. Çünkü Jung, dini yönelimi, insan hayatındaki merkezi problem olarak görmüş olan ilk psikanalisttir. Ayrıca yaşadığı dönemde psikoloji alanına din psikolojisi ile ilgili konuları en fazla dahil eden psikolog olduğu, ve dini bakış açısı ondan daha fazla tartışılan başka bir psikolog olmadığı da bir gerçektir. Dahası bir psikoloğun dine bu denli yönelmesi, dönemi için istisnai bir durum olarak kabul edilmiştir.[1] Bu yönelişinde de yakın aile çevresinin dindar oluşunun, papaz evi, kilise ve mezarlık gibi Hıristiyanlığın baskın etkisi altında bulunan bir ortamda yaşamış olmasının rolü kuşkusuz hayli fazladır.

Jung, ‘din’ kavramından bahsederken belirli bir inanç kabulü veya itikadı kastetmemektedir. O her inanç sisteminin ya da mezhebin, ‘numinosum’[2] tecrübesi ile temellendiğini savunurken,  numinosum etkisinin bir tecrübeyi uyandırdığına, bu tecrübenin ise sadakat, inanç ve güven gibi duyguları açığa çıkararak, bir bilinç değişimini sağladığından bahseder.

Dini ve Tanrı’yı teolojik açıdan ziyade, daha fonksiyonel olarak ele alan Jung, iki olguyu da psişik etkileri kapsamında değerlendirmiştir. Gözlemleri dahilinde yorumlar yapmış, bunun dışında kalan metafizik alan ile felsefi yorumları ise bir kenara bırakmıştır.[3] Psikoterapist kimliğini ortaya koyduktan sonra Jung, Tanrı’nın varlığına yönelik iki farklı yaklaşım sergilemiştir. Bunlardan bir tanesi, psikoterapist kimliği altında, deneysellikten taviz vermeme çabasıyla hareket ederken, bilimsel dayanağa sahip olmayan görüşlerin hiçbirinin, psikolojinin konusu olamayacağı düşüncesinden kaynaklanan yaklaşımıdır. Ampirist sınırlar kapsamında dini kavramları formüle etmeye çalışan Jung, bu formülasyonun ancak dini tecrübeler vasıtasıyla yapılabileceğini savunur. Buna göre tüm dinlerin temelinde, insan ırkının kolektif bilinçdışında yatan psikolojik kökleri bulunmaktadır. Dolayısıyla din, teolojik bir problem olarak değil, daha ziyade tecrübenin bir problemi olarak karşımıza çıkmaktadır.[4] Öte yandan, din ile daha yakın bir ilişki kurduğu diğer yaklaşımında ise Jung, her ne kadar Tanrı’nın ontolojik varlığına yönelik net bir çıkarım ortaya koymasa da, Tanrı’yı psişedeki en güçlü imaj olarak tanımlamış, insan psişesinde var olan bir imajın, aslında bir hakikatin de gerçek varlığına işaret ettiğini belirtmiştir. İnsan zihninin kendi sınırlarının ötesini kavrayamayacağını ve bazı Tanrısal işaretler gelse dahi bunu bilimsel açıdan ispatlamanın mümkün olamayacağını belirten Jung, bu bağlamda bilimin sınırlarının ötesinde de keşfedilmeyi bekleyen gerçek olaylar olduğunu kabul ederek, bu sınırların dışında kalan diğer olayları önemsiz görmediğini de ayrıca vurgulamıştır.[5]

[1] Bahadır, Abdulkerim, Jung ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2007),  s. 10

[2] ‘Numinosum’ kavramı, Jung’un görüşlerinden etkilendiği Rudolf Otto’ya ait bir kavramdır. Otto’nun, insanüstü objektif bir varoluşa işaret eden ‘numen’ kavramından türettiği bu kavramı Jung, dini gelenek ve göreneğe kaynak teşkil eden, insanın iradesinden bağımsız olarak mevcut bir insani kavram olarak ‘kutsal’a yakın bir manada kullanmıştır. C.G. Jung, Psikoloji ve Din dipnot bul

[3] C.G. Jung, Psikoloji ve Din dipnot bul

[4] Jeeves, M. A., Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, ‘Din Psikolojisi’ makalesi, çev. Ahmet Albayrak, cilt 10, sayı 2, 2010 s. 275-286, (s. 280.)

[5] Ayten, Ali, Psikoloji ve Din Psikologların Din ve Tanrı Görüşleri, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 71.

Freud’un Din Algısı

Zeitgeist’ın etkisiyle Freud’un etkilendiği mekanist görüş ile insanı bir makine gibi ele alıp insan zihnini ve davranışlarını basit, biyolojik kökenler üzerine indirgeme eğilimi, teorisinin diğer alanlarında da kendini göstermektedir.  Freud, her şeyi determinizmle açıklayabileceğini düşünerek özgür iradeyi yok saydığı için, insan ruhunun en temel ihtiyaçlarını, Kutsal kitaplara göre yaratılışımızın özünden gelen İlahi bir güce tapınma arzusunu dahi, kendi yaklaşımıyla izah etmeye çalışarak, altında yatan içgüdülere dayandırmıştır.

Çocukluğunda, dinin geri planda olduğu bir ortamda büyüyen ve hayatı boyunca ateist bir yaşam tarzını benimseyen Freud, doğaüstü ilahi güçlerin varlığına yönelik bir delilin ortaya konulamayacağını savunurken, dinin ve Tanrı’nın ontolojik yönünden ziyade psikolojik yönü üzerinde durmuştur.[1]

Freud ilk defa ‘Obsesif Davranışlar ve Dini Ritüeller’ Obsessive Actions and Religious Practices isimli makalesinde din hakkındaki görüşününden bahsederek, din ile obsesif davranışlar arasında çeşitli açılardan kurduğu bağlantılarla, bunların benzer yönlerini ortaya koyar  ve bu benzerliklerin aslında dinin evrensel bir obsesyon olduğuna işaret ettiğini savunur. Ona göre, dine ve dini ritüellere bakıldığında, rastlandığını iddia ettiği obsesif davranış semptomlarını şöyle sıralamaktadır:  Kendini dış dünyadan soyutlama, zihni meşgul etme, kişide sıkıntı ve vicdan azabı oluşturma, suçluluk duygusunun etkisiyle yerine getirme mecburiyeti hissetme, uygulanmadığında pişmanlık duyma, uygularken zıt yöndeki arzuları ve içgüdüsel dürtüleri bastırma, görünürde basit hareketler olmalarına rağmen altında önemli manaların yatıyor olması şeklindeki davranışlardan bahsetmekteydi.

Freud, dini tecrübeyi yorumlarken ortaya koyduğu iddialarının temeline ödipal kompleksi koymuştur. Dini ritüeller ve dini ibadetlerin asıl yerine getirilme sebebinin, insanın babasını yok etme arzusundan dolayı ortaya çıkan suçluluk psikolojisinin etkisi olduğunu savunmuştur. Freud’un yansıttığı haliyle dini tecrübe, varoluşun yarattığı kaygı ve korkuyu  bireyin isteklerinin tatmin edilmesi yoluyla azaltır. Freud, Tanrı’nın iyi davranışları mükafatlandırıp kötü davranışları cezalandırmasına yönelik inanca değinmiştir.  Bu durumda Tanrı, babanın muktedir ve koruyucu yönüne benzeşmektedir. Bununla birlikte, ödipal kompleks tanrısallığın yasaklayıcı yönüyle de ilişkilidir. Tanrı hem haksızlık ve kötülükleri cezalandıran bir koruyucu hem de bireyin dürtülerini baskılayan öfkeli bir otorite figürü gibidir.[2]

1913’de yayınladığı ‘Totem ve Tabu’ isimli ünlü eserinde, dinin kökenini anlama arayışına girmektedir. Görüşlerini ilkel kabilelerde yaşayan topluluklara dayandırmakta ve eski çağlarda yaşayan kabilelerin başındaki kabile reisi ‘babanın’ boyunduruğunda yaşayan oğullarının bir araya gelip, nefret ettikleri ‘babayı’ öldürdüğünü, ancak sonradan bu yaptıklarından ötürü pişman olup, ileride aynı sonun kendi başlarına gelmemesi için aynı ailenin kadınlarıyla evlenilmesini yasakladıklarını söyler. Daha sonra tapınmak için kutsal ve güçlü saydıkları bir hayvanı ‘totem’ kabul ederek ona tapmaya başladıklarını, oysa tapılan bu totemin aslında öldürdükleri ‘babayı’ teslim ettiğini, ‘totemin’ ise zamanla ‘korkulan baba’ olmaktan çıkarak, ‘Tanrı’nın prototipi’ haline geldiğini iddia eder. Dolayısıyla ‘Babanın’ öldürülmesiyle ortaya çıkan totemizmin, yaşantılarına ‘toteme’ tapınma, anma ve tören düzenleme gibi kutsal manada sorumluluk sayılan ritüeller yüklediğini, böylece insanlık  tarihinin de ilk dini olmuş olduğunu gösterir. Dolayısıyla, dinin kökeninin kabilelerdeki toteme dayanması, Freud için Ödipal Komplekse bir işarettir. Yani babayı öldürüp anneye sahip olma güdülerine karşılık gelmektedir.

1927’de çıkardığı ‘Bir Yanılsamanın Geleceği’ The Future of an Illusion isimli kitabında ise, insanın, toplumsal yaşama geçtikten sonra tabiat şartları ve doğal felaketler karşısındaki zayıflığının yansıması olarak güçlü bir baba imajının ötesinde bir Tanrı’ya ihtiyaç duyduğunu iddia etmiştir. Ona göre çocukluktaki aciziyet durumu ve ‘koruyucu baba’ ihtiyacı, yetişkinlikte Tanrı ihtiyacına dönen bir yanılsama olarak tezahür etmektedir.[3]

Freud’un bir yanılsamaya indirgediği Tanrı ihtiyacı ve din, ona göre insanların sıkıntılara tahammül etmelerini sağlayıp dirençlerini arttırmak dışında yararsızdır. Ayrıca Freud, dinin gerçeklerle yüzleşmeyi engellediği için olgunlaşmayı geciktirdiğini, dolayısıyla insanlığın gelişiminin önünde bir engel teşkil ettiğini de iddia eder. Ancak bunun sonsuza dek bu şekilde sürmeyeceğini söyler. Çünkü Freud’a göre ideal toplum, insanların gelişerek çocukluk evrelerinden kurtulmuş oldukları gibi, gelişip dinin etkisinden ve engelinden zaman içinde kurtulacak, bu gelişim ise bilimin ilerlemesiyle gerçekleşecektir.[4]

Freud’un 1939 yılında kaleme aldığı son eseri olan ‘Musa ve Tektanrıcılık’da Moses and Monotheism Musa’dan ve Yahudilikten bahseder. Burada Freud, Musa’nın öldürülmesiyle, kavmi tarafından öldürülen ‘primal baba’ olgusu arasında benzerlik kurar. Totemizm ile Yahudilik ve Hıristiyanlık arasında ortak noktaların bulunduğuna da dikkat çeken Freud, Yahudi kavminin Musa’yı öldürmeleri üzerine bundan pişmanlık duyduklarını, bu pişmanlığın Hıristiyan teolojisine de yansıdığını, neticede Pavlus’un Hıristiyan teolojisindeki ‘asli günah’ kavramını bu pişmanlığın etkisiyle ortaya atmasına yol açtığını savunur. Freud, babanın önce öldürülüp sonra kutsallaştırılması yüzünden, İsa’nın kendisini insanlık için feda edip bu günahı temizlemiş olduğunu iddia eder. [5]

Oysa Freud’un ‘ilk günah’ kavramı hakkındaki iddiasının, konunun kutsal metinlerde geçiş şekliyle kıyaslandığı taktirde, ne kadar kişisel bir izah olduğu görülecektir. ‘ilk günah’ kavramının Hıristiyan teolojisinde yer almasını sağlayan Tevrat ve Yeni Ahid’deki ifadeler şu şekilde geçmektedir:

 

3- Fakat bahçenin ortasında olan ağacın meyvesi hakkında Allah: “Ondan yemeyin ve ona dokunmayın ki ölmeyesiniz” dedi. 

4- Ve yılan, kadına “Katiyen ölmezsiniz” dedi.

5- “Çünkü Allah bilir ki, ondan yediğiniz gün, o vakit gözleriniz açılacak ve iyiyi ve kötüyü bilerek Allah gibi olacaksınız.”

Tevrat, Tekvin, 3

 

17- Ve Âdem’e dedi: “Karının sözünü dinlediğin ve ‘ondan yemeyeceksin’ diye sana emrettiğim ağaçtan yediğin için toprak, senin yüzünden lanetli oldu; ömrünün bütün günlerinde zahmetle ondan yiyeceksin.

18- Ve sana diken ve çalı bitirecek ve kır otunu yiyeceksin.

19- Toprağa dönünceye kadar alnının teri ile ekmek yiyeceksin, çünkü ondan alındın, çünkü topraksın ve toprağa döneceksin.”

Tevrat, Tekvin, 3

 

23- Böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı. 

Tevrat, Tekvin, 3

 

12- Bir tek insan yüzünden günah nasıl dünyaya girdiyse, günah yüzünden de ölüm dünyaya girdi. Böylece bütün insanları ölüm sardı, çünkü tümü günah işledi.

Yeni Ahid, Romalılar, 5

 

17- Bir tek kişinin suç işlemesinin ölüm egemenliğini getirdiği ve bunun o tek kişi aracılığıyla olduğu önümüzdedir. Ama kayra bolluğu ve doğruluk armağanını alanların bir tek kişi -İsa Mesih- aracılığıyla yaşamda egemenlik sürecekleri daha kesindir.

18- Demek ki, bir tek insanın suçluluğu yüzünden suçlu çıkarılma nasıl bütün insanları kapsadıysa, bir tek insanın doğru çıkarma eylemiyle de yaşam doğruluğu bütün insanları kapsamıştır.

19- Çünkü bir tek insanın buyruğa uymazlığıyla nasıl birçokları günahlı kılınmışsa, bir tek insanın buyruğa uymasıyla da birçokları doğru kılınacaktır.

Yeni Ahid, Romalılar, 5 [6]

Görüldüğü gibi, Hıristiyan teolojisinin ‘ilk günah’ öğretisi, Tevrat’ın Tekvin bölümüne dayanmakla birlikte, asıl olarak Yeni Ahid’in Romalılar bölümüyle şekillenmiştir. Buna göre Freud’un Musa kavminin babayı öldürerek pişmanlık duymasıyla ilgili görüşünün aksine, aslen Adem’in işlediği günah bütün insanlara geçmiş ve her insan bu günah ile doğmuştur. Hz. İsa’nın çarmıha geirlerek insanların günaharına kefaret olması da  dolayısıyla Adem’in işlediği günah yüzündendir. İslam inancında ise, Kur’an ayetleri ‘ilk günah’ kavramına karşı çıkarak, Adem’in tövbesinin kabul edildiğini, dolayısıyla ebeveynlerden aktarılarak çocukların günahkar doğması diye bir şeyin söz konusu olmadığını ifade eder.

121- Böylece ikisi ondan yediler, hemen ardından ayıp yerleri kendilerine açılıverdi, üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine karşı gelmiş oldu da şaşırıp kaldı. 

122- Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve doğru yola iletti.

 Kur’an-ı Kerim, Taha Suresi, 20

Freud’un psikanaliz kuramını ortaya koyulurken sergilediği menfi tutumunu,  kendi yaklaşımıyla dinin kökenini yorumlamasında da görebilmekteyiz. Psikanaliz’le dinin kökenine inilebildiğini savunarak, kendi metoduyla buna bir açıklama getirebilmek adına, Musa’nın kavmi tarafından öldürülmesini, ‘Totem ve Tabu’ adlı eserinde ortaya koyduğu, ilkel kavimlerin babayı öldürdükten sonra pişman olma ve babanın yerine bir totem koyup onu kutsallaştırma geleneğine bezetmiş ve buna dayanarak ‘ilk günah’ kavramını ortaya atmıştır. Tektanrılı dinlerin teolojisine zıt düşen bu iddiayla yola çıkan Freud, iddiasını kendi teorisindeki Ödipal komplekse indirgeyerek kendi görüşüne göre dinin kökenine açıklık getirmiştir.

[1]Ayten, Ali, Psikoloji ve Din Psikologların Din ve Tanrı Görüşleri, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 52

[2] Dicenso, J. Religion as Illusion: Reversing the Freudian Hermeneutic, The Journal of Religion, 1991, s. 170.

[3]Köse, Ali, Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), 120, 121.

[4] Freud, Sigmund. ……Bir Yanılsamanın Geleceği. s.207-224

[5] Freud, Sigmund. Moses and Monotheism, Vintage Books, New York, 1995, s.102-117

[6]Kutsal Kitap, …..

  • Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

MART 2016’DA MILANO’DA METAKOGNİTİF TERAPİ KONGRESİ’NDE BULUŞTUK

 

2016’nın Mart ayında Metakognitif Terapi’nin Uluslararsı 3. kongresi Milano’nun merkezindeki tarihi bina Palazzo Mezzanotte’de yapıldı. Kongrede Metakognitif Terapi üzerine yapılan son dönem bilimsel araştırmalarda sosyal fobi, panik atak, kaygı bozukluğu, depresyon ve obsesif kompulsif bozukluk gibi psikopatolojilerin tedavilerine ilişkin geliştirilen yeni teknikleri içeren harika sunumları dinledik. Teorinin kuramcısı Prof. Dr. Adrian Wells ve Prof. Dr. Hans Nordahl’ın workshop çalışmalarına katılarak ufkumuzu açtık. Metakognitif Terapi’nin önde gelen isimlerinden Dr. Costas Papageorgiou ve Dr. Peter Fisher ile yapılabilecek yeni dönem çalışmaları hakkında fikir alışverişinde bulunduk.

 

 

Anksiyete Nedir

Anksiyete herkes tarafından bilinen, yaşam boyu çeşitli durumlar karşısında hissedilen bir duygudur. Örneğin gece tek başına karanlık bir sokakta yürürken, çok önemli bir toplantıya geç kalındığında, yanı başında birinin suç işlemesi gibi tehlikeli durumlar karşısında kişi çoğunlukla anksiyete duygusuna kapılır. Bu duygunun yoğunluğu ve şiddeti kişide bir takım fiziksel belirtilerin sürece eşlik etmesine sebebiyet verebilir. Bunlar uyuşma, bulanık görme, nefes alamama, çarpıntı, kaslarda gerginlik gibi çeşitli duyumlar olabilir. Bedenindeki değişikliklerin nedenini anlamayan kişi bu tablo karşısında daha da dehşete kapılarak panik atak geçirebilir.

Anksiyete kişinin tehdit-tehlike algısı karşısında otomatik olarak verdiği doğal tepkidir. Yaklaşık 200.000 yıllık insanlık tarihi boyunca insanlar, tabiat şartlarının olumsuz etkileri karşısında yaşam mücadelesi vermiştir. Korunaklı, yerleşik bir hayata geçilen son birkaç yüzyılın öncesine kadar yüzbinlerce yıl vahşi hayvanların, çetin doğa koşullarının tehlikeleri karşısında insanlar ya savaşmış ya da bedeninin sınırlarını aşan zorluklar karşısında kaçarak canını kurtarmaya çalışmıştır.

İnsanın hayatta kalabilmesini sağlayan en önemli silah, erken bedensel uyarı sistemidir. Sakin, dingin ve huzurluyken, kasları gevşemiş rahatça nefes alabilen kişinin kendini rahat ve mutlu hissettiği bir anda vücutta homeostasis denilen bir denge hakimdir ve bu durumda parasempatik sinir sistemi aktive haldedir. Tehlike algısı hissedildiği anda vücuttaki homeostasis dengesi bozulur, parasempatik sistem devre dışı kalarak sempatik sistem devreye girer. Sempatik sistem devreye girmesiyle vücutta psikolojik ve bedensel olarak savaşma-kaçma reaksiyonu verilir. Bu durumda kişinin savaşacak gücü varsa tehlikeye karşı savaşır. Savaşmaya gücü yetmiyorsa kaçmayı seçer. Hem savaşacak kadar gücü yok hem de kaçacak kadar zamanı yok ise tehdit karşısında donup kalır.

Günümüzde tabiatla savaşma ihtiyacı minimum düzeye inmiş olan insanın savaş-kaç sistemi daha çok kendi yaşamında tehdit olarak algıladığı olaylar karşısında devreye girmektedir. Tehdit algısı, kaygıyı arttırır. Kaygı arttığında savaş-kaç sistemi devreye giren kişide bir takım psikolojik ve bedensel reaksiyonlar olur. Kan beyinden çekilerek kaslara hücum eder, göz bebekleri büyür, nabız daha çok atar, daha hızlı nefes alıp verilir, kaslarda gerginlik artar. Bedensel ve psikolojik uyarılmanın kişide yarattığı şiddetli gerginlik, sıkıntı ve panik kişinin kaygı yaşadığı duruma daha çok duyarlılık kazanmasına neden olur. Benzer durumla tekrar karşılaştığında kişi önceki yaşantısını tekrar etme eğilimi göstererek daha büyük bir kaygı yaşar.

Kaygı yaşanan durum kişinin buna yönelik inançlar geliştirmesine, yaşadığı sıkıntıyla ilişkili anlamlar yüklemesine ve benzer durumun tekrarlaması karşısında kişinin zihnindeki şemaların çok hızlı bir şekilde aktive olmasına yol açar. Böylece anksiyete çağırışımı yapan minimal işaretler önceden zihinde tanımlanan “tehlikedeyim”, “mutluluğumu bozan ve yaşamımı tehdit eden bir şeyler var” gibi çıkarımlara ulaşır. Tekrarlanan anksiyete ataklarına anksiyete bozukluğu adı verilmektedir.

Panik Atakta Bayılma ve Yardımsız Kalma Korkusu

Panik Atak Bayılma Hissi Yapar Mı?

Panik Bozukluk tanısı olan kişilerden bir kısmı atak esnasında bayılacağı korkusunu yaşar. Belli ortam ve koşullarla karşılaşıldığında bayılıp kalma korkusuna eşlik eden, bayıldıktan sonra yardımsız kalma, insanların çiğneyip üzerinden geçmesi, fiziksel hasara uğrama, soyulma gibi çeşitli inanç ve felaket senaryolarından söz edilebilir. O halde öncelikle panik atak esnasında bayılma ihtimalinin ne kadar gerçekçi olduğu incelenmelidir.

Bayılmaya neden olan etmenler, tansiyon düşüklüğüne dayalı bayılma, biyolojik ya da organik kökenli ani bayılmalar şeklinde ele alınabilir. Kansızlık, metabolik rahatsızlıklar, damarlardan salınan biyokimyasal faktörler gibi organik kökenli bayılmalarda kişi önceden bayılacakmış hissine ilişkin belirtiler yaşamadan ani bir bayılma yaşar, bilinci anlık olarak kapanır, bayılma esnasında olanları hatırlayamaz ve bu nedenle baştan tedbir almaya dahi vakit bulamaz. Kalp ve damarların yetersiz fonksiyonu sonucu tansiyon düştüğünde ise nabzın yavaşlamasıyla yeterli kan ve oksijenin beyne ulaşmaması bayılmaya neden olmaktadır.

Bayılma riskini oluşturan bu unsurlar karşısında panik atak esnasında yaşanılan fiziksel belirtiler incelendiğinde farklı bir tablo karşımıza çıkmaktadır. Panik atakta solunumun hızlanması, kalpteki çarpıntıyla birlikte tansiyonun yükselmesi, titreme, terleme, uyuşma ve karıncalanmalar, baş dönmesi gibi belirtiler kişinin kendisini daha fazla ayakta duramayarak bayılacakmış gibi hissetmesine yol açar. Nitekim yıllarca bu korkuyu yaşayan kişilerin geçmişi incelendiğinde bu tablonun kişiyi bir kez dahi bayıltmamış olduğunu görebilmek mümkündür.

Atak esnasında adrenalin salgılanması kişide uyarıcı etki yapar, yere düşme yaşanması gerçek bir bayılmanın aksine panik ataktağınki tehlikeli değil temkinlidir, kişi çevresinde olup biten karşısında cevap vermekte zorlansa dahi etrafındaki konuşmaları duyabilir. Yine bayılmanın aksine kişi kendisine verilen ağrılı uyaranlara tepki verebilir, epilepsi nöbetindeki dil ısırma benzeri durum görülmezken kişi dudaklarını, ellerini ya da başkalarını ısırabilir. Ayrıca epilepsi nöbetindeki bayılma süresine karşın panik atak atak 15-20 dakikadan başlayıp saatlerce uzayabilen bir durum olarak çok daha uzun sürebilmektedir.

Dolayısıyla panik atağın vücutta yarattığı fizyolojik belirtiler kişiyi bayıltabilecek bir nitelik taşımazlar. Fakat kişinin panik atağını tetikleyen etkenin psiko-sosyolojik bir stres faktörü olduğu unutulmamalıdır. Konversiyon bozukluğu tanısının tabloya eşlik ettiği bazı insanlar, herhangi bir organik sorunları bulunmamalarına rağmen psikolojik bir stres yükü karşısında panik atak benzeri bir nöbet geçirerek bayılma tepkisiyle karşılık verirler.  Konversif kişiler içlerindeki sıkıntıyı somutlaştırıp dışsallaştırmada sorun yaşayarak bunu derinden hisseden, başkalarının olumsuz söz ve davranışlarından son derece etkilenip yoğun duygular yaşayan, arzu ve isteklerini kısıtlayarak başkalarının haline acıyıp ilgi göstermesine ihtiyaç duyan, psikolojik dayanıklılığı zayıf kişilerdir. Bu kişiler ailevi ve çevresel sorunlarla başa çıkmada zorlandıklarında bayılma ve kendinden geçme haliyle sorunlardan geçici şekilde uzaklaşarak aşırı yüklenerek zorlanan sitemi rahatlatan bir sigorta işleviyle kendilerini korumaya alırlar. Genellikle bu durum insanlarla bir aradayken gerçekleşir. Kişinin ihtiyaç duyduğu sevgi ve ilgiyi ancak bayılma ile alabildiğini öğrenmesi üzerine bilinçdışı olarak geliştirdiği bir sistemdir. Dolayısıyla bu durum ayrı bir tanı olarak sınıflandırılmaktadır ve panik atak tablosu ile karıştırılmamalıdır.

Yeme Bozuklukları: “Anoreksiya Nervoza”, “Bulimia” ve “Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu”

Yeme bozuklukları, herhangi bir medikal duruma bağlı olmaksızın yeme davranışındaki süreklilik arz eden şiddetli bir bozukluktur. Fİziksel sağlığı ve psikososyal işlevleri bozacak derecede kiloyu kontrol altında tutma davranışı olarak tanımlanabilir (Fairburn,2001, Akt.Klein ve Walsh, 2003).

2 ana çeşiti vardır:

Anoreksiya Nervoza (AN): Normal sayılan en düşük vücut ağırlığını korumayı reddetme, daha fazla kilo verme ihtiyacı ve kilo alma korkusu

Blumia Nervozo (BN):   Tekrarlanan tıkınırcasına yeme ataklarını takip eden ve kilo alımını engelleyen  yönetemlerin uygulandığı bozukluk. Kendini kusturma, hiç yemek yememe veya laksatif, diüretik ve lavman gibi ilaçların kullanımı gibi uygunsuz davranışlar mevcuttur.

Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu:

Tekrarlanan aşırı yeme ataklarından oluşur ama bu atakları Blumia dan farklı olarak  kilo alımını engelleyecek uygunsuz dengeleyici davranışlar takip etmez (Klein,Walsh, 2003).

ANOREKSİYA NERVOZA’ NIN TARİHÇESİ:

Anoreksiya kelimesinin kökeni Yunanca’dan gelmedir. An:  eksiklik ;  orexis: iştah anlamına gelir. Eskiden, baş ağrısı, kanser veya depresyon rahatsızlıklarında kişinin iştahsızlığını anlatmak için kullanılırmış. Ağrıya verilen tepki anlamı da vardır.

Çelişki şu ki; Anoreksiyası olan kişilerde iştahsızlık görülmez tam tersine yemek yeme istekleri aşırıdır, yemek yeme hakkında durmadan düşünürler ve hayal kurarlar.

Blumia Nervoza: Latince kökenlidir. “Öküzün açlığı” anlamındadır (Costin,1999).

Aneroksiya Nervoza, ilk defa 1870’te tıp literatüründe tanımlanıyor ve içeriği ;

  • Kilo kaybı
  • Amenore (adet görmeme)
  • Psikolojik rahatsızlıklar
  • Artan fiziksel aktivite (Klein, Walsh,2003).

AN iki alt tipe ayrılır.

Bu alt tipler, güncel Anoreksia atağı  sırasında düzenli tıkınırcasına yemenin ya da çıkarmanın varlığı ya da yokluğunu belirtmek için kullanılır.

    1. Kısıtlı Tip: AN o anki epizodu sırasında kişi düzenli olarak tıkınırcasına yeme ya da çıkartma (kendisinin yol açtığı kusma ya da laksatiflerin, diüretiklerin ya da lavmanların yanlış yere kullanımı) davranışı göstermemiştir.
    2. Tıkınırcasına Yeme/Kusma (Çıkartma) Tipi: AN o sıraki epizodu sırasında kişi düzenli olarak tıkınırcasına yeme ya da çıkartma davranışı göstermiştir.

BLUMİA NERVOZA:

  • BN’ın iki alt tipi bulunmaktadır;

Bu alt tipler tıkınırcasına yemeyi dengelemek amacıyla çıkartma yöntemlerinin düzenli kullanımının varlığı ya da yokluğunu belirtmek için kullanılır.

  • Kusma (Çıkartma) Olan Tip: BN’ın o sıradaki epizodu sırasında kişi düzenli olarak kendi kendine kusmuş ya da laksatifler, diüretikler ya da lavmanları yanlış yere kullanmıştır.
  • Kusma (Çıkartma) Olmayan Tip: BN’ın o sıradaki epizodu sırasında kişi, hiç yemek yememe ya da aşırı egzersiz yapma gibi diğer uygunsuz dengeleyici davranışlarda bulunmuş, ancak kendi kendine kusmamış ya da laksatifler, diüretikler ya da lavmanları yanlış yere kullanmamıştır.
  • ICD-10 Blumia’ya inatçı anoreksiya nervozanın kalıntısı olarak bakılabileceğini söyler. Daha önceden anoreksik olan hasta kilo alımına bağlı olarak iyileşiyor gibi görülebilir ve amenoresi düzelebilir; ancak sonradan aşırı yeme ve kusma ile ilerleyen bir biçimde, yineleyen kusmalara bağlı olarak elektrolit kaybı ve bedensel komplikasyonlar (tetani, epileptik nöbetler, kalp ritm bozuklukları, kas güçsüzlüğü) ve daha ileri kilo kaybı gözlenebilir.
  • Yeme ile inatçı aşırı uğraşma ve karşı konulamayan bir yeme isteği vardır. Hasta, kısa sürede büyük miktarlarda tıkanarak yeme nöbetlerini durduramaz.
  • Hasta aşağıdaki yollardan biri ya da daha fazlası ile yiyeceklerin şişmanlatıcı etkilerini ortadan kaldırılmaya çalışır: kusma, müshil ilaçlar kullanma, değişen sürelerle aç kalma, iştah baskılayan ilaçlar (diüretikler ya da tiroid preparatları) kullanma. Diyabetik hastalar blumik olduklarında insülin tedavilerini ihmal etmeyi seçebilirler.
  • Çok şiddetli bir şişmanlama korkusu vardır. Hasta kendisi için, tıbben en uygun yada sağlıklı olandan çok daha düşük ve kesin olarak belirlenmiş bir beden ağırlığı eşiği saptamıştır. Öyküde sıklıkla AN dönemi vardır ve iki dönem arasındaki süre birkaç aydan yıllara kadar değişebilir. Başlangıçtaki bu dönemde AN’nın tüm belirtileri bulunabileceği gibi, orta derecede kilo kaybı veya geçici amenore ile giden hafif, gizli bir form olabilir.

 

  

TIKANIRCASINA YEME BOZUKLUĞU:

Blumia dan farklı olarak bazı kişilerde birincil problem tıkınırcasına yemektir.

Nedeni kilo almaktan kaçınma veya kısıtlanan  yeme davranışı değildir. Sonrasında kusma gibi dengeleyici davranışlar görülmez.

  • İlk olarak 1992’de Uluslararası Yeme Bozuklukları Konferasında tanımlanmıştır (Costin,1999)

Tıkınırcasına yeme epizodları aşağıdakilerden üç (ya da daha fazlası) ile birlikte görülür:

  1. Normal zamanda yediğinden çok daha hızlı yeme
  2. Rahatsız edici bir şekilde “dolu” (tıkanmış hissedene kadar) yeme
  3. Fiziksel bir açlık olmadan büyük miktarlarda yeme
  4. Çok fazla yiyor olmanın verdiği utanmadan dolayı tek başına yemek yeme
  5. Aşırı yemeden sonra kendinden iğrenme, depresif ya da suçlu hissetme

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite

Dikkat Eksikliği Nedir?

Dikkat eksikliği kişinin özellikle sevmediği işlere odaklanamama, sevdiği işlere ise aşırı odaklanma kusurudur. Dikkat eksikliği olan çocuklar zaman planlamasında zorluk çekerler ve anne babaları tarafından sürekli işini yapması konusunda uyarılırlar. Hastalığın ortaya çıkış öyküsü genellikle çocuğun beyninin yanlış eğitilmesi, dolayısıyla hatalı davranışsal alışkanlıklar edinmesiyle alakalıdır. Dikkat eksikliği mutlaka çocuklukta başlar ve genellikle 7 yaşından önce ilk dikkat eksikliği belirtileri görülür. Dikkat eksikliği problemi yaşayanların %30-50 si erişkinlikte de rahatsızlığın etkilerini göstermeye devam eder.

Dikkat Eksikliği Nasıl Giderilir?

Örneğin yemek yedirmeye çalışılan çocuğa aynı anda televizyon seyrettirilmesi, dikkatinin yaptığı iş üzerine odaklanmamasını sağlar ve çocuğa hatalı bir mesaj verilmiş olur. Oyun oynayan çocuğun önüne bütün oyuncakların birden yığılması benzer bir etkiye sahipken, doğru olan yaklaşım oynamak istediği oyuncağı seçmesi istenerek tek bir oyuncakla vakit geçirmesidir. Benzer şekilde son yıllarda yaygınlaşan tabletler üzerinden bir yazı okumaya çalışmak ekranda yazıyla birlikte beliren pek çok hareketli semboller sebebiyle dikkatin yazıya verilmesini güçleştirmekte, yazıyı bu şekilde okumaya alışan çocukların, durağan yazıları ya da kitabı okurken zorlanıp sıkıldıkları gözlemlenmektedir. Televizyon izlerken sürekli kanal değiştirmek, çocuğun sıkıldığı anda uğraşını sürdürmekten vazgeçmesini ve dikkatinin başka yere kaymasını pekiştireceğinden tek bir kanal seçilerek seyretmesine dikkat edilmelidir. Çocuğun ders çalışmaya alıştığı atmosferin de dikkat üzerinde önemli etkisi bulunmaktadır. Evde tamamıyla sessiz bir ortamda ders çalışmaya alışan bir çocuk ise maksimum sessizliğin sağlanamadığı ortamlarda çalışmaya odaklanmada güçlük yaşar. Yaşı ilerledikçe dış ortamlarda çalışmak zorunda kaldığında bunu daha da fazla hissetmektedir.

Dikkat Eksikliği Tedavisi

Sol frontal lob aktivitelerindeki bozukluğun odaklanma ve yoğunlaşmada zorluklara neden olabildiğinin düşünülmesi nedeniyle dikkat eksikliği, biyolojik yönü olan, genetik olarak aktarılabilen bir rahatsızlık olarak tanımlansa da, ilaç tedavisinin belli bir yaşa gelindiğinde tek başına işe yarayacağını söylemek yetersizdir. Dikkatini toplayamadığı için öğrenmede güçlük yaşayan bir çocuk, ilaç tedavisiyle dikkatini arttırmak için destek alsa dahi, geçmişte yaşadığı dikkat eksikliğine dayalı öğrenme zorluğu nedeniyle, yıllarca uğraşmasına rağmen öğrenme sorunu yaşamış ve bu nedenle zihninde ders çalışmayı yorucu, sıkıcı, karşılığını alamadığı bir uğraş olarak kodlamıştır. Geçmiş deneyimine dayalı olarak çalışmaktan hiç bir zaman zevk almamış, öğrenmenin, okuyup anlamanın keyfini hissetmemiş bir birey, dikkat eksikliği problemini ilaçla giderip dikkatini belli bir çalışmaya odaklayabilse dahi, geçmişteki davranışsal öğrenmesi nedeniyle bu koşullanması üzerine psikoterapi desteği almadan alışkanlığından vazgeçmede zorlanacaktır.

Dikkat eksikliğinin erişkinlikte devam etmesi halinde tedavinin düzelmesi zorlaşır. Kişi yıllarca dikkat dağınıklığının sıkıntısını çektiğinden dolayı, hem kendisi hem de çevresi tarafından durum yıllarca bir kişilik bozukluğu olarak değerlendirilmiş olabilir.

Yetişkinlerde Dikkat Eksikliği

Dikkat eksikliği yalnızca çocuklarda değil yetişkinlerde de görülmektedir. Dikkat dağınıklığı olan kişiler yapılması gereken işin başına oturduklarında başlayıncaya kadar son derece zorluk çeker, vakit kaybederler. Direk bir işe girişmek yerine pek çok alakasız işi araya sıkıştırarak çevresel işlerle uğraşırlar. Dikkat eksikliği olan kişi sürekli yenilik arama ve ödül arama davranışı sergiler. Strese toleransı azdır ve çabuk öfkelenir.

Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) Nedir?

Halk arasında yaygın bilinen bir yanlış, dikkat eksikliği ile hiperaktivite bozukluğunun her zaman bir arada görüldüğünün düşünülmesidir. Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite bozukluğunun birlikte görülme sıklığı yüksek olmasına rağmen, dikkat eksikliği olan bazı insanların hipoaktif olmaları da söz konusudur. Hipoaktif olan kişiler Hiperaktiflerin tersine sessiz, sakin, içine kapalı kişiler olabilirler. İçe kapanık bir haldeyken aynı zamanda dikkat dağınıklığı yaşayabilirler.

Hiperaktif kişilerde yerinde duramama, dikkat gerektiren durumlarda sabırsızlık, karşı tarafı dinleyememe, çabuk dağılma, aktivitelere başlamakta zorluk çekme gibi sorunlar gözükürken bu yapılacak olan işleri ertelemelerine sebep olur.  Hiperaktivitenin nörolojik bir yanı bulunmakla birlikte limbik sistemden kaynaklanan frenleme güçlüğüyle ilişki bir dürtüsellik problemi bulunduğundan söz edilebilir. Odaklanma gerektiren işleri yapmakta güçlük yaşarlar. Hiperaktif kişiler işini kaybetme, ilişkilerinin ve evliliklerinin bozulması gibi psikososyal sorunlar yaşayabilirler. Bazı durumlarda sanki diğer insanların varlığını ve onlarla birlikte hareket ettiklerini kodlamakta zorluk yaşayabilir, fark etmeden diğerleri yokmuşçasına hareket edebilirler.

Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu erkeklerde kadınlara göre 4 kat daha fazla görülmektedir.

Sosyal Fobi Nedir?

Dsm tanı kriterlerinde “Sosyal Anksiyete Bozukluğu” olarak anılan, halk arasında yaygın olarak “Sosyal Fobi” olarak bilinen rahatsızlık, genel anlamıyla kişilerin başkaları tarafından değerlendirilme kaygıları yaşadıkları, rezil olmaktan korktukları ve hata yapmak ile ilgili tedirginlikleri içinde barındıran bir durumdur. Bir diğer kişinin işin içine girdiği her ortama sosyal durum denebilir. Sosyal kaygı, sosyal durumlara maruz kalındığında diğerlerinin gözündeki yerimizle ilgili yaşanılan endişedir. Bu tür bir kaygı belli bir doza kadar normal sayılabilir. Birçok kişi, yeni bir ortama girdiğinde, yeni insanlar ile tanışmak zorunda kaldığında, kendisi için önemli olan kişiler ile bir araya geldiğinde veya bir topluluk içinde konuşacağı gibi durumda belli bir düzeyde endişe yaşayabilir. Ancak bu endişe, her türlü sosyal ortamda yaşanacak kadar yayılmaya başlandığında, endişenin dozunun artması ile performansımız ve ilişkilerimiz olumsuz olarak etkilendiğinde, sosyal durumlardan keyif alamamaya ve hatta bu nedenle kaçınmaya ve uzak durmaya başladığımızda artık olağan olan sosyal fobi normal düzeyini aşmış ve sosyal kaygı bozukluğu safhasına geçmiş demektir.  Bu kapsamda normal düzeyde bir sosyal kaygının bozukluk düzeyine evrimle kriterleri, yaygınlık, endişenin şiddeti, işlevselliğin ne kadar bozulduğu ve kaçınmaların olup olmadığı şeklindedir.

Sosyal fobi sahibi olan insanın başlıca korkuları arasında, diğerlerinin gözünde küçük düşmek, rezil olmak hata yapmak, dışlanmak, yargılanmak veya utanacağı şeyler yapmak vardır. Bu kişiler sıklıkla utanç duygusu duyma eğiliminde olurlar ve aslında temelde kendilerini eksik, yetersiz, hatalı veya sevilmez görme eğilimi gösterirler. Başkalarının gözünden gördükleri kendileri, kusurlu ve sevilmesi zordur. Genel olarak sosyal kaygı bozukluğu ile eşlik eden bir diğer özellik mükemmeliyetçiliktir. Her şeyin tam ve kusursuz olması gerektiğin düşünen ve hata toleransı olmayan kişiler, her yaptıklarını eksik ve yetersiz olduklarına yönelik değerlendirerek kendilerini çok fazla eleştirirler. Bu durum, diğerlerinin gözünden de böyle görüleceklerini düşünmek ile sonuçlanabilir.

Kendini aşırı eleştirme, hatalara odaklanma, olası olumsuz ihtimalleri abartma, başkalarının zihinleri hakkında tahminlerde bulunma ve bu tahminleri olumsuz yönde yapma sosyal fobi rahatsızlığı olan kaygılı kişilerin zihinsel yapılarının belirgin özellikleridir. Sosyal anksiyete bozukluğu olan kişiler, asık bir suratı üzerlerine alınabilir, kendileri ile ilgili olmayan bir gülmeyi dalga geçilmek olarak yaşantılayabilir, ufak bir hatayı abartılı bir rezil olmuşluk şeklinde deneyimleyebilirler.  Zihinleri kendilerine aşırı derecede odaklıdır ve kaygıları dışarıdan belli oluyor, tuhaf gözüküyorlar ya da yaşadıkları zorluklar anlaşıyor gibi düşüncelere kapılabilirler.

Sosyal fobi problemi olanlar, özellikle yüz kızarması, terleme gibi bazı vücut belirtilerine çok duyarlıdırlar. Yüzlerinin kızaracağı, bunun dışarıdan fark edileceği, dolayısıyla ne kadar kaygılı olduklarının görülerek rezil olacakları şeklinde inançları vardır. Bedensel belirtilere aşırı odaklanma ve olmaması için uğraş verme çabası çoğu zaman ters teperek kişilerin daha fazla kaygı hissetmesine ve korktukları belirtilerin gerçekleşmesine neden olabilir.

“Herkes bana bakıyor”, “insanlar ne kadar utangaç olduğumu görecek”, “hakkımda kötü düşünecekler” gibi başkaları ile ilgili yapılan tahminler sosyal fobik kişinin davranışlarını ve iletişim stratejilerini uygun bir biçimde ilişkiler içerisinde kullanamamasıyla sonuç bulabilir. Bu durumda sosyal anksiyete problemi olanların inançları bir süre sonra iletişim becerilerini de baskılayarak ilişkilerini gerçek anlamda bozmaya başlar. Bu da kişilerin sosyal kaygı sorununu bir kez daha perçinleyerek, sosyal ortamlardan uzak durma isteğini arttırır.

Sosyal kaygı bozukluğunda, diğer psikolojik rahatsızlıklarda olduğu gibi kısır ve kendini besleyen bir döngü içine hapsolma durumu söz konusudur. Düşünceler, sosyal ortamlarda olumsuz bir şey olacağı yönünde olur ve bu bakış açısı kişinin duygularını e davranışlarını olumsuz yönde etkiler. Ki bu üçlü etkileşim ilişkilerde uygun iletişim becerilerini ketleyeceğinden kendini besleyen ve sürdüren bir döngü içerisinde sosyal fobi kalıcı hale gelir.

Korkulan durumlar, telefonda biri ile konuşmaktan bir topluluk içinde konuşma yapmaya kadar geniş bir yelpaze içinde dağılabilir.  Sosyal anksiyetenin şiddetine göre kimi sadece yeni insanlar ile bu tür kaygıları yaşarken kimisi görece daha tanıdık kişilerle, as üst ilişkisi fark etmeden, bir kasada işlem yaptırırken ya da bir tezgahtar ile konuşurken dahi iletişim kurmakta, bir şey istemek ya da kendini ifade etmekte endişe duyabilir.

Sosyal kaygı bozukluğu olan kişiler, kişilik yapısı anlamında kendini daha çok eleştiren daha yargılayıcı, kendisine karşı beklentileri yüksek ya da mükemmeliyetçi kişiler olabilirler. Bu kişilerin çocukluk yaşantılarında genel olarak cezalandırıcı bir ebeveyn ya da mükemmeliyetçi büyükler görülebilir. Geçmişlerinde eleştirilmiş, yetersiz hissettirilmiş ya da cezalandırılmış olabilirler. Sosyal ortamlarda yaşanmış olan travma ve istismar gibi olaylar da kişinin sosyal alanlarda endişe duymasında önemli bir etken niteliği taşıyabilir.

Panik Atakta Kalp Krizi Geçirme ve Ölüm Korkusu

Panik Bozukluk tanısı almış olan kişiler panik atak geçirmekten son derece korkarlar. Kişi içinde bulunduğu ortam, ortama ait kalabalık, gürültü, koku, sıcaklık gibi çeşitli çevresel faktörler ve fiziksel değişkenlerin, daha önce panik atak geçirdiği koşullarla benzer hale gelmesine karşı son derece duyarlıdır. Bu şartların benzer hale gelmesi kişinin yeniden panik atak geçireceğine dair inancını şiddetle tetikler. Maruz kalınan bu tehdit ve tehlike algısı, kişinin bedenindeki fiziksel belirtilerine odaklanmasına, bu belirtilere sonu felaketle biten senaryolar atfedip, çeşitli anlamlar yüklemesine yol açar. Gerçek dışı felaket senaryoları kişiyi büyük bir kaygı ve dehşete sokar. Böyle bir durumda panik atak yaşayanların gerçek dışı inançları genellikle “kalp krizi geçirerek ölme”, “çıldırarak aklını yitirme”, “bayılarak yardımsız kalma” başlıkları altında gözlemlenebilir.

Panik atak esnasında kişinin kalp krizi geçirme ihtimaline toplum içinde yaygın şekilde inanılmasına karşın aslında bu ihtimal doğru bir bilgi değildir. Kalp krizi, kalbi besleyen koroner arter damarlarında yaşanılabilecek tıkanıklık, yırtılma gibi bir problem sonucu kalp kasının beslenememesi sebebiyle gerçekleşir. Kalp krizi geçirme korkusu olan kişiler ise genellikle bu konuda bir Kardiyoloğa görünerek muayene olurlar.

Her hangi bir kalp-damar problemi bulunmamasına karşın, panik atak atak sonucu kalp krizi geçirme korkusu yaşayan kişilerin problemi biyolojik değil tamamıyla psikolojiktir. Bu kişiler genellikle geçmişte bir yakınının kalp krizi geçirmesinden etkilenmiş veya bu durumu kafaya takacak bir olay yaşamış olabilirler. Bu yaşanmışlık onların kalbiyle ilgili bedensel belirtilere daha fazla duyarlı olmalarına neden olmuş olabilir.

Panik atak esnasında yaşanan bazı fiziksel belirtiler kişinin kalp krizi geçireceğine yönelik inancını pekiştirse de bu bilgiler içinde önemli çarpıtmalar barındırmaktadır. Panik atak yaşayan kişide çarpıntı, tansiyon yükselmesi, göğüste saplanıp geçen, kısa süreli, sınırları belli, lokal ağrı gibi belirtiler bulunurken, çarpıntı ve ağrı dinlenildiğinde artar, bulantı olabilir, kusma olmaz.

Kalp krizi geçiren kişide ise çarpıntı, kalp ritminde bozukluk, tansiyon düşüklüğü, gittikçe artarak tüm göğse yayılabilen, 15-20 dakika boyunca kesintisiz sürebilen, uzun süreli, şiddetli ağrı görülür. Çarpıntı ve ağrı dinlenildiği taktirde azalırken, hareket ve efor sarf edilmesiyle artış gösterir, bulantı ve kusma görülür.

Panik atak, kişinin kalp krizi geçirmesine yol açmaz. Benzer olduğu zannedilse de iki durum arasında birbirinden farklı belirtiler görülmektedir. Kalp krizi neticesinde kalp kasının beslemesiyle ilgili damar problemi görülürken, panik atak kalbin daha fazla atmasına neden olan adrenalin hormonunun salgılanmasını ve kalp kasının daha çok çalışmasını sağlar. Panik atak korkusu önemsenmez ve tedavi edilmez ise bu korkunun kattığı günlük stres ve sıkıntı, kaygıya dayalı vücutta kolesterol artışına, koroner damarlarda tıkanmaya yol açabilir. Dolayısıyla damar sağlığının strese dayalı bozulmasıyla birlikte kalp krizi riski meydana gelebilir. Panik bozukluk hastalarında %30-40 oranında yüksek kolesterol görülürken, %20-25 oranında kalp damar hastalıklarına yakalandıkları görülmektedir.

Panik Bozukluk tanısı almış kişilerin göreceği erken psikolojik tedavi, stres yükünün vücuttaki kalp damar sistemi gibi diğer sistemler üzerinde yapacağı olası deformasyonun azalmasına yol açacağını bilerek hareket etmeleri faydalı olacaktır.

Panik Atak Nedir?

“Panik” hali bir durumdur. Kişide panik duygusu aniden gelen bir korku ve heyecanlanma hissi ile ortaya çıkar. Bu esnada kişi kontrol edemeyeceği bedensel tepkilerinin başladığına ve bunun sonunun bir felaketle biteceğine inanarak dehşete kapılır. Kriz geçireceğine yönelik kuvvetli inancıyla birlikte bedensel duyumlarına odaklanır ve duyduğu endişeyle dehşet algısı dakikalar içerisinde doruğa ulaşır. Bu yoğun bedensel ve duygusal duruma “Panik Atak” adı verilmektedir. Panik atak yaşayan kişi, hissettiği yoğun korku ve dehşet duyguları üzerine tekrar panik atak yaşamaktan korkar. Panik atak yaşamaya yönelik korkuya ise “Panik Bozukluk” adı verilir. Kendisini korumak için daha önce panik atak yaşadığı ortamlardan ve durumlardan kaçınma eğilimi gösterir. Kaçınmaların artışı kişinin hayatında aksamalara ve günlük işlevselliğin bozulmasına yol açabilir.

Panik atak kendi başına ayrı bir ruhsal rahatsızlık olmadığı için kodlanamaz. “Panik duygusu” çeşitli rahatsızlıklarda görülebilir. Muhtelif rahatsızlıklarda bulunan tabloya eşlik edebilir. Dolayısıyla hangi hastalığın altında yatan tabloyla ilişkiliyse, o tablo içerisinde değerlendirilmelidir. Panik atak çeşitli semptomları içeren bir belirti kümesi olarak ele alınmaktadır. Dsm-V tanı kriterlerine göre bu kümede söz konusu olan 13 belirtiden en az dördünün birlikte görülmesi gerekmektedir. Bu 13 belirti şu şekilde sıralanmaktadır:

  • Çarpıntı, kalbin küt küt atması ya da kalp hızının artması
  • Terleme
  • Titreme veya sarsılma
  • Nefesin darlığı ya da boğuluyor gibi olma hissi.
  • Soluğun tıkandığı hissi
  • Göğüs ağrısı, göğüste sıkışma
  • Bulantı veya karın ağrısı
  • Baş dönmesi veya bayılma duyumu
  • Ateş basması ya da titreme, üşüme, ürperme duyumu
  • Uyuşmalar ya da karıncalanma hissi
  • Gerçekdışılık (Derealizasyon) ya da kendine yabancılaşma algısı (Depersonalizasyon)
  • Kontrolünü kaybetme veya çıldırma korkusu
  • Ölüm Korkusu