Yazar: <span>admin</span>

Bireyde Toplumsal Duygunun Gelişiminde Anne Rolünün Önemi

Toplumsal ilgi, Bireysel Psikoloji açısından oldukça temel bir kavramdır. Alfred Adler’in, “Toplumsal ilgi” kavramını detaylıca ele alarak çoğu görüşünü bu kavrama dayandırması sebebiyle, onun perspektifinden kavramın oldukça geniş olan kapsamını değerlendireceğiz.

Toplumsal ilginin bireydeki gelişim sürecinin çocukluğun ilk yıllarına dayandığını ifade eden Adler, kişiliğin gelişiminin 4-5 yaşlarına kadar büyük ölçüde tamamlandığını belirtirken, bu noktada Freud’un görüşüyle paralel bir gelişim sürecinden bahsetmektedir. Ailenin etkisi, sosyoekonomik ve sosyokültürel şartlar, aile içindeki doğum sırası, fiziksel yetersizlikler Adler’e göre kişiliğin gelişimine etki eden başlıca unsurlardır. Birey bu noktalarda yaşadığı zorluklardan hayata yönelik yanlış manalar çıkardığı takdirde psikotik, nevrotik, suçlu veya sapkın kişilik özellikleri gösterebilir. Adler, toplumsal duygunun engellendiği bir noktada, yalnızca benmerkezci bir tutumun kalacağını, çocuğun ise, ‘neden başkaları için bir şey yapayım ki?’ şeklindeki bir yaklaşımı benimseyip, yaşam sorunlarını bu akıl çerçevesinde çözemediği takdirde duraksayacağını, böylece kolay bir çıkış yolu aramasının kaçınılmaz olduğunu, bunun nedeninin ise zorluklarla savaşmayı güç bulması ve başkalarını incitmeyi önemsememesi olduğunu iddia etmektedir.1

Adler bir bebeğin doğum anından itibaren annesi ile bağ kurmaya çalıştığını, tüm davranışlarının bu amaca yönelik olduğunu ve bebeğin işbirliği yapma yeteneğinin ilk olarak bu süreç içerisinde geliştiğini ifade eder. Bununla birlikte yaşamın ilk aylarında bebeğin neredeyse tümüyle bağlı olduğu anne, bebeğine kendisinden başka bir insanla ilk teması ve başka birine yönelik ilk ilgiyi sağlamasından dolayı, bebeğin toplumsal yaşama uzanan ilk köprüsü konumundadır. Annenin bebekle kurduğu bağ, sosyokültürel bilgisi ve yetenekleri toplumsal duygunun gelişiminde belirleyici faktörlerdir. Adler, bir bireyin kalıtım yoluyla geçmiş olabilecek her türlü eğiliminin anne tarafından uyarlandığını, eğitildiğini ve yeniden biçimlendirildiğini iddia eder.2

Annenin doğum sonrasındaki rolünün önemine vurgu yapan Adler, insan toplumunun kaderinin adeta kadının anneliğe yönelik tutumuna bağlı olduğunu iddia eder. Kadının bu görevindeki eksikliklerin önemli sorunlara neden olacağını belirten Adler, kadının toplum içindeki rolünün değersizleştirilmesinin büyük bir hata olduğunu, yuva kurma ve ev işlerini yerine getirme gibi görevlerin, ancak kadının ilgi duymasıyla yerine getirilebileceğini ifade eder. Kadının aile içindeki görevini doğru şekilde yerine getirerek faydalı olabilmesi için, bu görevi başkalarının yaşamını zenginleştirebileceği bir sanat olarak görmeye ihtiyacı bulunmakta, bunun için ise kadının görevine değer veren bir toplumun varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Diğer taraftan toplumsal rolünden memnun olmayan bir annenin, çocuklarıyla doğru bir ilişki kurmasını ve görevlerini yerine getirmesini engelleyen yanlış bir bakış açısı ile yaşam hedefi bulunmaktadır. Topluma katkı sağlamak ve görevlerini yerine getirmek yerine kişisel üstünlüğünü kanıtlama eğiliminde olan bu türden bir anne için, çocuğu büyük ölçüde dikkat dağıtıcı ve baş belası bir unsurdur. Adler, yaşamdaki başarısızlıkların nedeni arandığında, problemin temelinde genellikle işlevlerini doğru şekilde yerine getirememiş bir annenin varlığının bulunduğunu ve bunun tüm insanlık açısından ciddi bir tehlike olduğunu düşünmektedir.

Sorunlu bir çocuğun düşünce altyapısı incelendiğinde sıklıkla annesiyle olan ilişkisinde yaşadığı güçlüklere şahit olabiliriz. Ancak benzer güçlükler bunların üstesinden başarıyla gelmiş olan çocukların altyapısı incelendiğinde de karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla çocuğun eylemleri, yaşadığı deneyimlerden ziyade, bunlardan çıkardığı anlamlara göre belirlenmektedir. Bu durum, Bireysel Psikoloji’nin temel görüşü olan, kişiliğin oluşumunda sabit nedenlerin bulunmadığı, ancak çocuğun belirlediği öznel hedefine ulaşabilmek için deneyimlerinden yararlandığı ve bu deneyimleri yaşama bakışının nedenlerine dönüştürdüğü sonucuna işaret etmektedir.3

Adler’e göre bir annenin, çocukları, kocası ve toplumdan oluşan üçlü bağa eşit ölçüde dikkatini vermesi gerekir. Babadan başlayarak toplumsal çevreyle çocuğun ilişkisini kurma görevi anneye aittir. Anne yalnızca çocuklarıyla olan bağını dikkate aldığı takdirde onların üstüne fazla düşerek şımartacak ve çocuğun bağımsızlık ve başkalarıyla işbirliği yapma yeteneğinin gelişmesini zorlaştıracaktır. Bu noktada Adler, Freud’un ‘Oedipus karmaşası’ fikrine yol açan oğlan çocuklarının anneye âşık olma, babalarından nefret etme ve onları öldürme eğiliminde bulunma varsayımının, çocukların gelişiminin anlaşılmamasından kaynaklanan bir hata olduğunu, bunun cinsel bir istek olmadığını, annenin dikkat merkezinde olmak ve diğer herkesten kurtulmak isteyen bir çocukta ‘Oedipus karmaşası’nın görülebileceğini, bunun anneleri tarafından şımartılmış ve dünyanın geri kalanına yönelik yakınlık duyguları gelişmemiş olan çocuklarda ortaya çıkabileceğini savunur.

Annenin yalnızca kendisine bağladığı bir çocuğun ilerleyen yıllarda, artık sürekli anneyle yakın olamayacağı bir konuma geldiğinde sorun çıkmaya başlar. Annesinin dikkatini sürekli kendisine vermesini ve yanından ayrılmamasını isteyen bir çocuk, bu amacına ulaşabilmek için kendisini annesinin yanında sürekli güçsüz veya hasta gösterme, işler istediği gibi gitmediğinde ağlama, anne kuzusu gibi davranma veya öfke patlamaları yaşayıp dikkati üzerine çekmek adına asi ve kavgacı olma gibi davranışlar sergileyebilir. Bu konuyla ilişkili olarak Adler, sorunlu çocuklar arasında annelerinin dikkatini çekmek için mücadele eden ve çevreden gelen istemlere direnen pek çok çocuk görebileceğimizi ifade eder.4

Adler, baba ile olan yakınlığı anneden daha kuvvetli olan çocuklarda sıklıkla karşılaştığı durumun, annenin çocuğa yaklaşımındaki başarısızlıktan kaynaklanmakta olduğunu gözlemlemiştir. Annenin çocuğunu haklı veya haksız şekilde hayal kırıklığına uğratmış olması ve çocuğun bu doğrultuda baba ile bağını güçlendirmesi, çocuğun yaşamındaki ikinci bir safhayı göstermektedir.5 Çünkü ilk safhada çocuk annesine bağlıdır, ancak annenin sevgisini yitirmiş ve suçlama olarak babaya yönelmiş, kendini reddedilmiş veya yoksun bırakılmış hissetmiştir.

Yaşam sorunlarını çözmeyi reddeden ve çaba sarf etmek yerine sorunlardan kaçmayı tercih eden pek çok çocuk sergilediği davranışı haklı gösterebilmek adına, benimsediği, yaşamın yararsız tarafına yönelik olan kişisel üstünlük duygusuna zarar vermeden, çeşitli işlev bozuklukları ve sinir hastalıklarından yakınarak nevrotik bir tutum ortaya koyar. Ergenlik dönemindeki fiziksel yapı bu tarz gerilimlere tepki vermeye elverişli olduğu için tüm organlar bu tutumu destekleyici şekilde harekete geçebilir ve sinir sistemi etkilenebilir. Bu doğrultuda birey hem kendisini hem de çevresindekileri yaşadığı acılar nedeniyle sorumluluktan kurtulmuş olmaya ikna ederek başarısızlığı için bir özür meydana getirmiş olur. Toplumsal duygunun ve yaşam sorunlarıyla yüzleşmesi gerektiğinin farkında olan birey, kendi durumunu bir istisna olarak göstermeye çalışır. Kendi oluşturduğu fiziksel yetersizliklerini bir kalkan gibi kullanarak, sıkıntıları nedeniyle sorunların üstesinden gelemediğini ve bu konuda çaresiz olduğunu dile getirir.6

1- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 164-165.
2- Adler, A., Social Interest: A Challange to Mankind, s. 126-127.
3- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 103-105.
4- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 106-108.
5- Adler, A., Social Interest: A Challange to Mankind, s. 127.
6- Adler, A., Understanding Life: An Introduction to the Psychology of Alfred Adler, s. 154.

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Aşağılık Hissi ile Aşağılık Kompleksi Arasında Ne Fark Vardır?

Adler’e göre aşağılık hissi, yaşamın başlamasıyla birlikte insan doğasında var olan, bir şeyin başarılmakta, bir ihtiyacın karşılanmakta zorlanıldığı durumlarda ya da bir gerginliğin giderilemediği şartlarda baş gösteren pozitif yönde bir acıdır. İnsan, doğduğu andan itibaren yaşamın zorluklarına çözüm bulmak ve mükemmeliyete ulaşmak için çaba sarf eder. Adler insanlığın tarihsel hareketini, aşağılık hissi ve yaşamın zorlukları ile mücadelenin tarihi olarak değerlendirmekte, yaşamı ise sürekli olarak eksiden artıya doğru geçiş çabasına bağlı olan dış dünyaya egemenlik kurma gayreti olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla Bireysel Psikoloji açısından başarı kazanma isteği, yaşamın görevlerini yerine getirme, nihai üstünlük hedeflerine ulaşma gibi eğilimler ile öfke, suçluluk, çaresizlik, yetersizlik ve güvensizlik gibi duygular, aşağılık hissinin açığa çıktığı çeşitli psikolojik yansımalar olarak nitelendirilmelidir. İnsanın kapsamı oldukça geniş olan aşağılık duygularından kurtulma çabası, kendisinde güven duygusunun uyanacağı bir konuma ulaşma ihtiyacından kaynaklanmakta, bu ihtiyaç ise Adler tarafından insan doğasının temel motivasyonu olarak değerlendirildiği için, aşağılık hissi pozitif yönde bir acı olarak tanımlamaktadır.

Adler sağlıklı insanların çeşitli yaşam zorlukları karşısında toplumsallık hissiyle mücadele eden, eksiden artıya doğru geçmek için çaba sarf eden ve zorluklarla yüzleşmekten kaçmayan insanlar olduğuna inanmaktadır. Fakat hayatta hiç kimsenin mükemmel olmadığını, herkesin pek çok kez aşağılık hisleri uyandıran durumlarla karşılaştığını, hatalı seçimler yaptığını ve hayal kırıklıkları yaşadığını da ifade etmiştir. Dolayısıyla aşağılık hissi, Bireysel Psikoloji açısından bir hastalık göstergesi değil, aksine normal ve gelişime açık olmanın bir işaretidir. Bu sayede insan üstünlük elde edebilmek için yetersizlik hissinden kurtulmaya yönelik, tırmanışa doğru harekete geçerken, yaşam hedeflerine yönelmesindeki temel itici gücü oluşturan daima bu yetersizlik hissidir.

Yaşamın zorlukları karşısında doğduğu andan itibaren çaba sarf eden çocuğun küçüklüğü ve zayıflığı, sahip olduğu yetileri geliştirmesini sağlar. Aşağılık hissinin üzerinde hissettirdiği baskıdan dolayı devamlı yeni ve orijinal hayat formlarına geçebilmek için mücadele eder. Oynadığı oyunların tümü, belirlediği yaşam amacı doğrultusundaki bir gelecek idealiyle şekillenir. Bu çaba koşullu reflekslerle açıklanamayan, kişisel yaratıcı enerjisinin işaretleridir. Çocuk dar çevresi ve yetersiz deneyimiyle yaptığı çıkarımlar doğrultusunda belirlemiş olduğu üstünlük hedefine yönelik hareket ederken, engellenemez bir şekilde aşağılık duygularından kurtulup dünyaya üstün gelebilmek için uğraşır.

Adler, aşağılık duygusunun, küçüklüğün ve güçsüzlüğün etkileriyle baş etmek, bu duyguları ortadan kaldırabilmek için otomatik olarak devreye giren benliğin savunma mekanizmalarını, içsel dengeyi sağlamak için sarf ettiği yoğun çabayı, biyolojik sistemimizde benzer şekilde çalışan bir mekanizmaya benzetir. 1906 ve 1907 yıllarında ‘Harvard Dersleri’nde, organizmanın dengesini sağlamak için insan vücudunda işlev gösteren ‘güvenlik prensibine’ dikkat çeken Melzer, bir organın işlevselliği bozulduğunda başka bir organın onun yerini aldığını, bozulan organın yeniden yapılandırıcı enerji ürettiğini, yaşamsal önem taşıyan diğer organların çalışmalarını olabildiğince arttırarak durumu dengelemeye çalıştığını vurgulamış, tüm organların normal işlev potansiyelinden daha üst seviyede çalışabilme ve birden fazla hayati görevi yerine getirme yetilerinin bulunduğunu belirtmiştir. Buradan hareketle Adler, yaşamdaki biyolojik gelişimle birlikte kendini koruma amacına yönelik gerekli enerji ve kapasitenin kazanıldığını, çocuklarda ve gençlik döneminde yaşanan ebeveynlerden ayrışma sürecinin, organizmada işlev gösteren kendini koruma yasasının yaşamdaki bir örneği olduğunu ifade etmektedir.

Çevremizi saran ve sürekli gelişen toplumda da benzer şekilde güvenlik eğiliminin işlev gösterdiğine işaret eden Adler, aşağılık duygularının toplumu daha fazla güvenlik elde etme çabasına ittiğini, iklim koşullarının doğa güçlerini kendi lehine çevirme ihtiyacını doğurduğunu, barınma gereksiniminin hayvanlardan kıyafet elde etmeyi ve gıda depolamayı gerekli kıldığını, hayati tehlikelerin ve ölüm bilincinin yaşamı toplumla işbirliği içerisinde idame ettirmeyi gerektirdiğini savunurken, tüm bebek ve çocuklarda görülen aşağılık hissine başkaldırmanın insan olmanın temel özelliğinden kaynaklandığını vurgulamıştır. Adler’e göre normal bir çocuk, vücudunda ve ruhunda gelişimi sağlayan eksiden artıya doğru ilerlemenin etkisi altındadır.

Bazı çocuklar çeşitli nedenlerle aşağılık duygusunu daha yoğun ve uzun süreli olarak yaşayabilirler. Bu durum onların kendilerine ilişkin yeterlilik ve değerlilik düşüncelerinin zayıf olmasına, bu nedenle yaşam karşısındaki cesaretlerinin kırılmasına, yaşam görevleriyle mücadeleden galip çıkamayacaklarını düşünerek kaçmalarına, zorluklarla gerektiği gibi mücadele etmeyi öğrenememelerine, ilgilerini çevrelerine yöneltemeyerek kendi sorunlarına odaklanmalarına, toplumsallık duygusunu geliştirmeyerek benmerkezci olmalarına ve kendi içlerine kapanmalarına yol açabilir. Böyle bir durumda aşağılık duygusu, normal ve motive edici bir güç olmaktan uzaklaşır ve psikopatolojik bir hal alarak ‘aşağılık kompleksi’ne dönüşür. Adler, şiddetli yaşanan aşağılık duygusunun buna bağlı çeşitli psikolojik sorunlara yol açtığını ve bu problemin çoğu birey tarafından farkına varılamayarak ömür boyu yaşanabildiğini, olumsuz duyguların sonuçlarının tüm yaşamı etkilediğini ifade eder.

Sosyal durumlar karşısında korku duyan ve aşağılık hissini motive edici güç olarak kullanan insanlardan farklı tutum sergileyerek, gizli şekilde duyduğu aşağılık hislerini aşağılık kompleksine çeviren ve psikotik belirtiler gösteren insanlar sekonder türler oluşturur. Elde edilemeyecek bir hayat planı doğrultusunda hareket eder, çevrelerine karşı uygunsuz davranışlar sergilerler. Bu kişiler bir yandan çevredeki insanları kendilerinden uzaklaştıran olumsuz tutum ve davranışlar sergilerken diğer taraftan insanların kendilerine yaklaşımına korku ve aşağılık hisleriyle reaksiyon verirler. Sürekli yaşadıkları bu hisleri dengelemek için organize savunma mekanizmaları geliştirirler. Adler, aşağılık kompleksi yaşayan kişilerin kendilerinde yaptıkları bu ayarlamaya ‘kompansasyon’ adını vermektedir. Sekonder özellikler, normalliğe ulaşma çabasını temsil ederek kompansasyonu oluştururlar. Bireylerin yetersizlik duygusunu kabul etmeme eğilimi zihnin sürekli olarak aşağılık duygusunu gizlemeye yönelik ayrıntılarla meşgul olmasına neden olur. Öfke, suçluluk duyma, çaresizlik, ilişkilerde doyumsuzluk, yaşama ve kendine güvenmeme, benlik saygısında azalma gibi pek çok psikolojik belirtinin bu süreçte açığa çıktığına dikkat çeken, özellikle sosyal fobi, obsesif kompulsif bozukluk, kaygı bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlıkların, bazı psikotik belirtilerin, intihar ve nevrotik eğilimlerin aşağılık duygusuyla ilişkili olduğunu gösteren görgül çalışmaların bulunduğu ifade edilmektedir. Birey cesaretsizliği nedeniyle çaba sarf etse dahi bu duygudan kurtulamayacağını düşünür, bu sebeple aşağılık hissini giderme yöntemleri, engelleri aşmak yerine kendisini üstün hissedeceği yararsız durumlara adamak şeklindedir.

Aşağılık duygusu bazı durumlarda fiziksel yetersizliklerin etrafında odaklanabilir. Adler teorik açıdan psikoterapide doğuştan gelen kalıtımsal özelliklerin yol açtığı bedensel ve zihinsel yetersizliklerin, çocuğun nihai üstünlük hedefini etkilediği ölçüde dikkate alınması gerektiğini belirtmiş, bunun haricindeki tüm bireysel gelişmelerin çocuğun yaşam biçimini şekillendiren ‘yaratıcı gücü’ne dayandığından söz etmiştir. Yaşam zorluklarının oldukça dinamik olduğunu ve sürekli şekil değiştirdiğini ifade eden Adler, bu zorluklarla mücadelenin bireysel açıdan esneklik ve çaba gerektirdiğini, her insanın aşağılık duygularının üstesinden gelme biçiminin kendine özgü olduğunu, bu sebeple kişinin öznel çıkarımlarına dayalı bulduğu çözümlerde kalıtımsal özelliklerin önemli bir etkisinin bulunmadığını savunur. Adler kendi buluşu olan bu husustan nöroloji ve psikolojide kalıtımsal kuramların yolunu açtığı için bir nebze suçluluk duyduğunu, ancak asıl önemli olanın bireydeki fiziksel yetersizliğin değil, bireyin eğitilme yöntemi olduğunu, çünkü doğru eğitilen çocukların fiziksel engellerine rağmen kendileriyle ilgilendiği gibi başkalarıyla da ilgilenebildiğini ve toplumsallık duygusunu geliştirdiklerini belirtir. Yanında destek veren kimse bulunmayan fiziksel yetersizliğe sahip çocuklar ise ilgisini geliştirmeyi öğrenemediğinde benmerkezci hale gelirler.

Fiziksel yetersizlikle doğan çocukların yaşam ile tutuştukları savaş toplumsallık duygularını sınırladığı için farklı bir yaşam modeli benimser, kendileri ve çevre üzerinde yapacakları etkiyle git gide daha çok meşgul olur, başkalarının çıkarlarını gözetmezler. Yetersiz organlar nedeniyle açığa çıkan aşağılık kompleksi, çocuğun dışarıdan etkilendiği, yetersizliğini üzerinde bir baskı şeklinde hissettiği durumlarda açığa çıkar. Daha iki yaşlarındayken kendilerini başkalarıyla benzer yeteneklere sahip hissedemez, diğer çocukların arasına karışmakta zorluk yaşar, ortak girişimde bulunmaya eğilim göstermez, aşağılık duyguları nedeniyle kendilerini çevreye çeşitli istekler yöneltmekte hak sahibi görür, içlerinde diğer çocuklardan daha fazla beklentiye yer verirler.
Belirgin bir organ yetersizliğine sahip olmamasına karşın haklı ya da haksız şekilde komplekse dönmüş düzeyde şiddetli aşağılık duygusu hisseden çocuklar da vardır ve organ yetersizliğine bağlı aşağılık kompleksi geliştiren çocuklardan farklı kalır tarafları bulunmamaktadır. Bu çocuklardaki aşağılık duygusu ise, bir takım özel koşulların da etkisiyle iyice şiddetlenir, küçük yaşta hissettiği bu kompleksi yaşamının büyük bölümünde taşımaya devam eder ve normal hale dönmekte oldukça zorlanırlar. Çocukluklarında gördükleri soğuk davranışlar, onları çevrelerine karşı girişimde bulunmaktan alıkoymuştur. Dünyanın, insanlarla yakın ilişki kurmanın zor olduğu, sevgisiz bir yer olduğuna inanmışlardır.

Yoğun aşağılık duygusunun uzunca bir süre yaşanmasına katlanmanın güçlüğünü belirten Adler, aşağılık hissinin ortaya çıkardığı olumsuz duygu durumundan kurtulabilmek için bireyin üstünlük çabasına yöneldiğini, ancak bu çabanın bireye gerçek manada huzur, güvenlik, yeterlilik ve diğer insanlarla eşdeğerlilik sağlamaktan ziyade, çevresinde bulunan insanlara karşı üstünlük kurmaya yönelik bir çaba olduğunu ifade etmiştir. Bu bireyler, kendilerini yeterli hissedebilmelerinin tek yolunun, kendilerini diğerlerinden üstünmüş gibi algılamak ve böyle davranmak olduğunu düşünürler. Dolayısıyla aşağılık duygusu ne kadar güçlüyse, üstün gelme arzusu da o denli şiddetlenir. Ancak toplumsal faydaya hiçbir katkı sağlama amacı gütmeyen bu bireylerin ideal benliğe ulaşması hiçbir zaman mümkün olmayacağı gibi, tüm çabaları da yaşamın yararsız tarafına yönelik olacaktır.
Güçlülük ve üstün gelme arzusu yüksek olan bireyler, yaşamlarındaki normal ilişkilerle yetinmek istemezler, saptıkları amaçlara uygun şekilde dikkat çeken büyük eylemlere girişmeye çabalarlar. Sürekli acele ve telaş içerisinde, çevrelerini umursamaksızın kendi konumlarını sağlama almak isterler. Çevresindekilerin dikkatini çekerek, yaşamlarına burunlarını sokup onları tedirgin ederler. Söz konusu davranışın kötü sonuçları hemen kendini açığa vurmayabilir, uzun bir süre dışarıdan normal görünen bir yolu izleyerek açgözlülüğünü başkalarıyla fazla çatışmaya girmeden içinde barındırabilir. Sonradan açgözlülüğe, kendini beğenmişlik, başkalarını ne pahasına olursa olsun egemenlik altına alma, büyüklenme gibi başka özellikler de eklenebilir. Bu özellikler toplumsal yaşam açısından düşmanlık olarak nitelendirilebilecek özelliklerdir ve bu tutumla yalnızca çevreyi rahatsız etmekle kalmaz kendileri de yaşamın tadına varamazlar.

Nevrotik bireyler ise kendi eylem alanlarını belli ölçüde sınırlayarak dış dünya ile temaslarını azaltırlar. Okulunda geri olan çocuklar, otuz yaşını geçmesine karşın işsiz olan kadın ve erkekler, evlenme sorunundan kaçanlar, günlük işleri yapmada zorluk yaşayan ve devamlı bitkin olan uykusuzluk hastaları, yaşam görevlerini yerine getirmede kendilerine engel olan bir aşağılık karmaşasını dışa vururlar. Bu bireyler kendilerine hiçbir zaman gerçekleşmeyecek kadar büyük ve takıntılı bir üstünlük hedefi belirlemişlerdir. Başarıya ulaşmak için çaba sarf etmektense yenilgiden kaçmak için uğraşır, zayıflıklarını ve kendilerine bakabilmedeki yetersizliklerini hemen kabul ederler, her zaman öncelikli olma arzularını saklamaya çalışır, gerçek sorunlarını rafa kaldırır ve bu sayede yaklaşımlarını kendilerince meşru hale getirirler.

Devamlı kendilerini ihmal edilmiş hisseden, hakkaniyet problematiği yaşayan, insanlardan gerekli ilgiyi göremediklerini düşünen bu bireylerin ruhsal gelişimleri üzerinde, ev ve okul ortamında kendilerine eğitim veren kişilerin tutumları önemli ölçüde belirleyicidir. Eğitimcilerin çocuklardan gereğinden fazla şey istemesi, küçüklüklerine sürekli dikkat çekilmesi, adam yerine konmamaları, eğlence aracı gibi görülmeleri, titizlikle korunan bir mülk sayılmaları ya da bıkkınlık verici bir yük olarak görülmeleri gibi tutumların sürekli tekrarlanması, bu çocukların içindeki aşağılık duygusunu güçlendirir. Bazen doğru kabul edilebilecek şeylerle tatsız şekilde yüzleşmek, çocukların telaşa kapılmasına ve alay konusu edileceklerine düşünmesine sebebiyet verir. Bu sebeple çocuklar alay edilme korkusunu yaşamlarının ileri dönemlerine kadar taşıyabilirler. Kendilerine doğrunun söylenmemesi nedeniyle ciddiye alınmadığını düşünen çocuklar ise çevrenin ve yaşamın ciddiliğinden kuşku duyarak bu duruma uygun davranış patternleri geliştirebilirler. Okula başladıkları ilk gün, bunun anne babalarının kendilerine yaptığı bir şaka olduğunu düşünen ve okulu önemsemeyerek sıraların üzerine oturan bazı çocuklar bu duruma örnek teşkil etmektedirler.

Bireyin eğilimleri ve çabaları çocukluktan itibaren, yaşama yüklediği anlamlara paralel şekilde belirlediği şemalara uygun olarak yaşam boyu sürer. Bu sebeple çocukluk izlenimleriyle başlayarak süregelen ruhsal çizgiyi incelemek dünya görüşü ile birey arasındaki ilişkiyi ortaya koyar. Bireyin devinim çizgisi dönemsel olarak belli değişiklikler gösterse de, içeriği, dinamizmi, anlam ve amacı çocukluktan itibaren değişmeden aynı kalır. Bireyin doğarken beraberinde getirdiği gelişim olanakları, yaşamının ilk yıllarından itibaren edindiği izlenimler ya da gördüğü baskı gibi etkenler, onu belli bir amaca yönlendirerek yaşam sorunlarına belirli yanıtlar vermeye zorlarken yaşama bakışını ve dünya görüşünü ilkel biçimde etkiler. Dolayısıyla davranışlar çok anlamlılıkları sebebiyle birbirinden ayrı ayrı değil, bir bütün olarak ele alınmalı, yaşamın tüm ilişkiler örgüsü içinde birey açısından taşıdığı manaya bakılmalı ve buradan hareketle birey açısından en büyük hata kaynağının ne olduğu tespit edilmeli ve nihayet bireye iç görü kazandırarak değişikliğe gidilmelidir. Bireyin yaşam tarzının keşfedilmesini amaç edinen Bireysel Psikoloji, bireyin hayatında karşılaştığı problemleri ve bunların birey üzerindeki etkilerini tanımlamayı gerektirir. Bu problemlerin çözümünde ise hayata bir bütün olarak bağlanma, diğer insanlarla sağlıklı bir iletişim kurma ve kaynaşma durumu olarak kendini gösteren bir toplumsallık duygusuna ihtiyaç duyulmaktadır. Bireyin toplumsallık duygusu ne kadar gelişmişse, aşağılık hisleri de o ölçüde azalır.

Çocuğu, yaşadığı aşağılık ve güvensizlik duygusundan kurtarabilmek için verilmesi gereken eğitimin amacı, hem yaşama yönelik bilgi ve beceri kazandırmak, hem de çevreye yönelik işbirliğini ve toplumsal ilgiyi arttırmak üzerine olmalıdır. Bu önlemler, büyüyüp gelişen çocuğun kendisini aşağılık ve güvensizlik duygusundan kurtarmasına, önünde güven duyacağı yeni yollar açılmasına imkân verecek, kendisini diğer insanlarla eşit seviyede hissedeceği özgür bir gelişim olanağına sahip olmasını sağlayacaktır.

Bağdat Caddesi, Kadıköy, Anadolu Yakası’nda Psikolog-Psikoterapi Hizmeti

Kliniğimiz İçin İstanbul’da Seçtiğimiz Bölge Ataşehir, Anadolu Yakası

Eğer İstanbul Anadolu Yakası‘nda psikolog arayışınız varsa, Kadıköy, Suadiye’de bulunan Limbus Psikiyatri Kliniği‘nden sizi haberdar etmek isteriz. Kliniğimize bölge olarak merkezi konumu dolayısıyla Suadiye’yi seçtik. Suadiye’nin geniş bir çevreye ulaşım kolaylığı sağlayacağını düşündük.

Psikolojik destek almak isteyen danışanlarımıza klinikte seanslarını beklerken, ister bekleme odasında ister kliniğimizin alt katında bulunan yeşil bahçede vakit geçirebilecekleri,  geldiklerinde park sorunu yaşamayacakları, Dumankaya İkon Rezidans’ın nezih ortamında hizmet vermekten dolayı memnuniyet duyuyoruz. İstanbul Anadolu Yakası’nda oturan danışanların rahatlıkla randevu alıp gelebileceği, Avrupa Yakası’nda köprüye yakın konumdaki danışanların dahi Ataşehir’e zorlanmadan ulaşabileceği kliniğimizde, depresyon, anksiyete, sosyal fobi, panik atak, obsesif kompulsif bozukluk gibi pek çok alanda verdiğimiz psikoterapi hizmetinden yararlanmak isteyen herkesi bekliyoruz.

 

 

Adler’e Göre Aşağılık Hissi ve Tek Tanrılı Dinler Açısından Aşkın Bir Güce Sığınma İhtiyacı

Psikolojide “Aşağılık Kompleksi” kavramını ortaya koyan Alfred Adler, insanoğlunu içindeki aşağılık hislerini yenmeye ve güçlü olmaya karşı kuvvetli bir istek barından bir canlı olarak nitelendirmiş, gelişmeye yönelik motivasyonun kaynağının ise aşağılık ve yetersizlik hisleri olduğunu belirtmiştir. Bireyi geliştirdiği gibi toplumun da gelişmesini sağlayan aşağılık hislerinin, olumlu etkilerinin bulunduğuna, bireyleri başarılı ve üstün olabilmek için çabalamaya yönelttiğine önceki bölümde değinilmişti. Tek tanrılı dinlerin de, insanların kendilerini aciz ve güçsüz hissettikleri durumdaki hallerine kutsal kitaplarda vurgu yaptığı görülmektedir. Bir taraftan zorluklar karşısında kendi aczine şahitlik eden insan, bir taraftan da bu durumdan kurtulup rahata ve huzura kavuşabilmek için aşkın bir varlığa sığınmaya ihtiyaç duyar. Acziyetini kavrayan birey, zayıf ve yardıma muhtaç halde hissederken kendisini sorgulamaya ve hatalarının farkına varmaya daha açık olur, zorlukların üstesinden gelebilmek için Tanrı’ya yönelir, tövbe ederek bağışlanma diler. Tek tanrılı dinler açısından tövbe eden bir bireyin kurtuluşu, Yaratıcısı’nın üstünlüğünü ve gücünü takdir etmeyle, hatalarından sıyrılarak hayra ve barışa yönelik salih amellerde bulunmayla sağlanabilir. Alfred Adler’in psikoterapi ekolü olan “Bireysel Psikoloji”, bir bireyin aşağı pozisyondan kurtulma, eksiden artıya doğru ilerleme sürecini, aşağılık duygularının motivasyonu sonucu ortaya koyacağı çabayla açıklarken, buna oldukça benzer bir süreci tövbe eden, hatalarından sıyrılıp, Tanrı’nın rızasını kazanabilmek ve kendisini affettirebilmek için hayra ve barışa yönelik işler yapmaya çalışan bir bireyde de gözlemleyebilmek mümkündür.

Aşağılık duygusunu yenerek daha güvenli ve güçlü bir konuma geçmek isteyen insanın, Tanrı’ya yönelerek yardım istemesinin dini karşılığı olan ‘dua’ sözcüğü, çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek gibi anlamlara gelmektedir. İslam inancı, aşağılık duyguları hisseden, aciz ve yetersiz olduğunu düşünen bireylere bu duygu ile başa çıkabilmek için Tanrı’ya yönelmeyi, duayla, sabırla ve namaz kılarak Tanrı’dan yardım dilemeyi, ne olursa olsun, hiçbir surette umutsuzluğa kapılmamayı öğütlemektedir. Duanın birey üzerindeki fonksiyonu psikolojik manada bir rahatlama, huzur ve gönül tatmini doğurmasıdır. Duanın birey ile Tanrı arasında herhangi bir aracı bulunmadan direk olarak yapılıyor olması, bireyin Tanrı’yı her an yanında hissetmesini, baş edilmesi güç durumlar ve zorluklar karşısında Tanrı’nın güven vermesini sağlar. Bu sebeple dua etmek ruhsal tatmin ve zihinsel rahatlama açısından oldukça önemli bir ibadettir. Yeni Ahit’te duanın önemi vurgulandığı gibi, Kur’an’da da pek çok ayette duanın öneminden bahsedilmektedir.

 

17- durmadan dua edin;
18- her şeyde şükredin; çünkü Mesih İsada sizin için Allahın iradesi budur. (Yeni Ahit, I Selanikliler (5): 17-18.)

 

153- Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allah’tan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.
186- Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler. (Kur’an, Bakara 2/ 153, 186.)

77- (Ey Muhammed!) De ki: “Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin! Siz yalanladınız. Öyle ise azap yakanızı bırakmayacak.” (Kur’an, Furkan 25/ 77.)

87- “Ey oğullarım! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.” (Kur’an, Yusuf 42/ 87.)

 

İnsanın aşkın varlığa olan ihtiyacının en fazla hissedildiği bazı durumlara örnek olarak, fiziksel gücün, maddi imkânların ya da beşeri özelliklerin yetmediği anları, tabi afet gibi felaketleri gösterebiliriz. Öyle ki en sınır tanımaz, en azgın kişiler dahi beşeri imkânların yetmediği, ölümle karşı karşıya kalınan durumlar karşısında çareyi, tereddütsüz şekilde gücü her şeye yeten, dilediği takdirde tüm zorluk ve sıkıntıları ortadan kaldırabilecek ve kişiyi dilediği şekilde nimetlendirebilecek olan aşkın varlığa sığınmakta bulurlar. Kutsal kitaplarda kıyamet günü geldiğinde insanların acziyet duygusuyla yaşadıkları panik hali, böyle bir durum karşısındaki en bariz örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca denizin ortasında dev dalgalar arasında kaldıklarında ölümle yüz yüze gelen insanların yakarışını konu alan bir Kur’an ayeti de, duruma dikkat çeken farklı bir örnek olarak verilebilir.

 

33- Sakının, uyanık durun, dua edin; zira o vakit ne zamandır bilmezsiniz.
34- Bu, gurbete giden ve evini bırakıp hizmetçilerine salâhiyet ve her birine işini veren bir adam gibidir ki, kapıcıya da uyanık durmasını emretti.
35- İmdi, uyanık durun; çünkü ev sahibi ne vakit gelecek, akşamlayın mı, gece yarısında mı, horoz öttüğü zaman mı, sabahlayın mı bilmezsiniz.
36- Yoksa apansız gelip sizi uykuda bulur. (Yeni Ahit, Markos (13): 33-36.)

 

40- Şüphesiz o (tehdit edildikleri azap) onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşkınlıktan dondurup bırakacak. Artık ne onu geri çevirmeye güçleri yetecek, ne de kendilerine göz açtırılacak. (Kur’an, Enbiyâ 21/ 40.)

32- Onları, (denizde) bir dalga gölgelikler gibi kapladığında, dini Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar. Allah, onları kurtarıp karaya çıkarınca, onlardan bir kısmı orta yolu tutar. Bizim âyetlerimizi ise ancak son derece kaypak, son derece nankör olanlar inkâr eder. (Kur’an, Lokman 31/ 32.)

7-8-9-10- Gözler kamaştığı, ay karanlığa gömüldüğü, güneş ve ay bir araya getirildiği zaman, o gün insan “kaçış nereye?” diyecektir. (Kur’an, Kıyamet 75/ 7-10.)

 

Tanrı insanı, yaşamına yön vermesi, hür iradesiyle seçimler yapması ve doğru yolda ilerleyebilmesi adına belli başlı bilişsel dinamiklerle birlikte yaratmıştır. Aşağılık duygularının derinleşerek patolojik bir kompleks haline gelmediği şartlarda, bireyin çabalarının yönünü belirleyerek toplumun gelişimini ve ilerlemesini sağladığı, motive edici kuvvet olduğu durumlardaki anlamlı katkısı üzerine iyi düşünülmelidir. Dolayısıyla Bireysel Psikoloji’nin yaşamın yönünü belirlemedeki en önemli bilişsel dinamiklerden bir tanesi olan aşağılık duygusunu tanımlayarak, bireyin kendini daha iyi tanıması yönünde insanlığa ve psikoloji bilimine anlamlı bir katkı sağlamış olduğunu söylemek mümkündür.

• Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Nevada Üniversitesi’nde Prof. Dr. Steven Hayes (Kabul ve Kararlılık Terapisi Kuramcısı) ile Buluştuk

Dil ve Biliş arasındaki etkileşimi konu alan, değerler, frakındalık ve kabullenmenin bilişlerimizi nasıl regule ettiğine odaklanan “Kaubul ve Kararlılık Terapisi”nin kuramcısı Prof. Dr. Steven Hayes ile Nevada Üniversitesi’nde buluştuk. Çalışmalarımız hakkında yönelttiğimiz soruları, oluşturduğu psikoterapi ekolü hakkında merak ettiklerimizi içtenlikle cevapladığı, Bilişsel Davranışçı Terapi üzerine şekillenen 3. dalga ekollerden Metakognitif Terapi ile Kabul ve Kararlılık Terapisi arasındaki ilişkiye değindiği röportajı ilerleyen günlerde yayınlayacağız. Bu vesileyle Hayes’in doktora sınıfından iletişimde olduğumuz dostlarımızı da ziyaret etme fırsatı bulduk.

STANFORD ÜNİVERSİTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ ZİYARETİMİZ

Stanford Üniversitesi, Jordan Hall’da bulunan Psikoloji Bölümü’ne akademik amaçlı ziyarette bulunduk. Psikoloji departmanı Lucie Stern Profesörü, aynı zamanda üniversitenin “Mind Body and Computation” merkezi direktörü olan James L. McClelland ile kognitif nörobilim, dil gelişimi, öğrenme süreçleri ve hafıza hakkındaki akademik çalışmalarımızla ilgili fikir alışverişinde bulunduk. Gelecekte yapılabilecek ortak çalışmalardan bahsettik.

CAMBRIDGE ÜNİVERSİTESİ’NDE “SOSYAL ZİHİN” EĞİTİMİNE KATILDIK

Cambridge Üniversitesi’nde katıldığımız eğitim, insanda sosyal beynin çalışma prensiplerini, sosyal davranışın nasıl ortaya çıktığını, sosyal zihin patolojilerini, sosyal becerilerin neden her insanda aynı düzeyde gelişmediğini ve diğer memelilerdeki sosyal davranış patternlerini içermekteydi.

Cambridge Üniversitesi Psikiyatri Departmanı’ndan Dr. Li Su ile birlikte yürüttüğümüz psikolinguistik alanındaki bazı ortak çalışmalar üzerine de bilgi paylaşımında bulunduk.

Ali Engin Uygur, Psikoloji, Cambridge
Ali Engin Uygur, Psikoloji, Cambridge
Ali Engin Uygur, psikoloji, Cambridge
Ali Engin Uygur, psikoloji, Cambridge
Ali Engin Uygur, psikoloji, cambridge
Ali Engin Uygur, psikoloji, cambridge
ali engin uygur, psikoloji, cambridge
ali engin uygur, psikoloji, cambridge
Ali Engin Uygur, Psikoloji Cambridge
Ali Engin Uygur, Psikoloji Cambridge
Ali Engin Uygur, psikoloji, Cambridge
Ali Engin Uygur, psikoloji, Cambridge

FREUD’UN DİN VE TANRI GÖRÜŞÜNÜN ŞEKİLLENMESİNE ETKİ EDEN AKIMLAR

Freud’un gelişim döneminin dine bakışının şekillenmesi açısından olumsuz bir ortam oluşturduğunu daha önce belirttik. Freud’un kendi yöntemiyle, onun hayatını ve özellikle çocukluk dönemini inceleyen Ana Maria Rizzuto, Freud’un “kendi bireysel dini gelişimini evrensel normlar haline dönüştürerek genelleştirdiğini” söylerken, Freud’un büyüdüğü ortamın Tanrı’ya inanmak için uygun olmadığını ve kendi tecrübelerini evrensel doğrular olarak değerlendirdiğini söylemektedir.[1] Bu bilgiler ışığında Freud’un aile ortamındaki gelişimine, çağının etkilendiği akımların ve aldığı eğitimin de yansıdığını düşünerek, teorisinin nasıl şekillendiğini ve bunun din ve Tanrı görüşüne nasıl etki ettiğini anlamaya çalışacağız.

  1. yüzyıl, beşeri bilimlerin, doğa bilimi olarak kabul edilip şekillenmeye başlaması açısından büyük önem taşımaktadır. Darwin, 1859 yılında ‘Türlerin Kökeni’ isimli çalışmasını yayınlayarak insanoğlunun hayvanlar dünyası içindeki daha kompleks bir hayvan olduğu gibi radikal bir iddiayı ortaya atana kadar, insanın mevcut formunda yaratılmış olan ve ruha sahip bir canlı olduğu düşünülmekte ve bu nedenle de hayvanlardan ayrı tutulmaktaydı. Böyle bir iddia insan üzerinde doğa bilimleri çizgisinde çalışmalar yapılabilmesinin önünü açmış oldu. Psikoloji biliminin temellerini atan Gustav Theodor Fechner ise 1860’da, insan zihninin laboratuar ortamında bilimsel açıdan incelenebileceğini ve sayısal veriler elde edilebileceğini ortaya koydu. Psikoloji bu şekilde deneysel bir bilim olarak kabul edilebilmiş, kendine doğa bilimleri arasında yer bulabilmişti. Biyoloji ve modern genetik bilimi ise Louis Pasteur ve Robert Koch’un mikroplar ile ilgili yaptığı araştırmalarla ve Gregor Mendel’in bahçe bezelyesi üzerine yaptığı çalışmalar sayesinde çok önemli bulgular elde etti. Tüm bu bilimsel buluşları, fiziksel sistemler arasındaki enerji değişikliklerini ortaya koyan dinamikleri keşfeden Herrmann von Helmholtz’un enerjinin korunumu yasası izledi.[2] Ardı ardına gelen pek çok alandaki tüm bu gelişmeler, yaşamla ilgili bilimler açısından görüşlerin yeni baştan şekillenmesini, bilim, felsefe ve teknoloji gibi pek çok alanda yeni teorilerin ortaya atılıp yeni buluşlar yapılmasını ve tüm bu değişimlerin insan hayatına doğrudan etki etmesini sağladı.

Bu gelişmeler ışığında, 19. yüzyıl’da doğa bilimlerinin insana yönelttiği yeni bakışa göre, mekanist evrimci felsefe son derece popüler olmuş, yapısalcı ve davranışçı ekoller insanı bir makine benzeri varlık olarak ele almaya başlamış, insan zihni ise temel elementlerine indirgenerek pozitivist ve materyalist terimlerle araştırılmaya başlanmıştı. Tüm bu mekanik geleneğin, aldığı eğitime de yansımasıyla bu görüşlerden oldukça etkilenen Freud, tüm fenomenlerin evrensel bir sebebinin olması gerektiği anlayışından yola çıkarak, kendi teorisini de bu geleneğin üzerine şekillendirdi. Bütün ruhsal olayların ve rüyaların belirleyici bir sebebi olduğuna inanan Freud, en ufak bir düşüncenin dahi şans eseri ya da özgür irade sayesinde ortaya çıkamayacağını, tüm davranışlar için mutlaka bilinçli veya bilinçdışı bir güdünün olması gerektiğini savunmaktaydı. Böylece Freud’da insan zihnini indirgemeci bir yaklaşımla ele alarak karmaşık sayılabilecek davranışları dahi basit, biyolojik kökenler üzerinden yorumlama eğilimi doğmuştu.

Freud’un bilimsel pozitivist görüşün etkisiyle her şeyi fizyolojik bir nedene bağlama eğilimi, ruhsal alan hakkında yaptığı izahlara da yansımıştır. Ruhsal alanı biyolojik kökenli olarak açıklayabilmek için, bunu cinsel kaynağa indirgeyebileceğini ve bu şekilde fizyolojik bir temel bulabileceğini düşündü. Hatta buna dayanarak sevgi kavramının da cinsel bir nesneye yönelen fizyolojik kaynaklı bir güdü olduğunu savundu. Bu temellendirmeleriyle Freud, anatomik temelden hareket edip psikolojiyi fizyolojik bilim anlayışına entegre ediyor ve insan ruhunu bir makine veya zihinsel bir aygıt olarak nitelendiriyordu.[3]

Din ve Tanrı hakkındaki görüşlerini sergilerken de kendi kişilik teorisinden yararlanan Freud, burada da genellikle fonksiyonel ve indirgemeci bir yol izlemiş, bu doğrultuda dini kimi zaman bir obsesif davranış, kimi zaman çocukluk arzularının tatmini, kimi zaman da yanılsama olarak nitelendirmiştir. Kendi yaşamından dinin ve Tanrı’nın etkinliğini çıkaran Freud, bilimin gelişmesiyle insanlığın din yanılsamasından kurtulacağını, dinin bu sebeple bir süre daha insanlık üzerindeki etkinliğini devam ettirdikten sonra ortadan kaybolacağını iddia etmiştir.[4]

Freud’un teorisinin oluşumu ile din ve Tanrı hakkındaki düşüncelerinin bu doğrultuda şekillenmesinin nedenlerini incelerken özellikle 19. yüzyılda öne çıkarak Freud’u derinden etkileyen üç bilim adamının görüşlerinin onun için ayrı bir önem taşıdığını söyleyebiliriz. Bu bilim adamları, evrimsel bir felsefenin oluşumuna etki eden Charles Darwin, Feuerbach ve insanların duyu organlarının bir makine gibi işlediğini varsayarak determinist yaklaşımlar üzerinde duran Herrmann von Helmhotz’dür.

[1]Köse, Ali, Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 59. (A. Rizzuto, Why Did Freud Reject God, s. 264-270)

[2]Hall, S. Calvin, Freudyen Psikolojiye Giriş, İstanbul (2010), s. 15, 16.

[3]Köse, Ali, Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 60.

[4]Köse, Ali, Freud ve Din, İz Yayıncılık, İstanbul (2012), s. 62.

  • Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Telif Hakları Saklıdır.

Tarih’teki İlk Psikoterapi Metodu: Pastoral Danışmanlık

Tarihte bilinen ilk psikoterapi metodunun, Hıristiyan din görevlilerinin kutsal kitap ve Hıristiyan gelenekleri çerçevesinde kilisede yerel halka yönelik, yaşam ve din üzerine pek çok konuda verdikleri danışmanlık hizmeti olduğu kabul edilmektedir.

Hıristiyan kiliselerindeki din görevlilerine ‘pastor’ adı verilmektedir. Bu sebeple Hıristiyanlar arasında yaygın olarak kullanılan Hıristiyan din görevlilerinin verdiği dini danışmanlık sistemine ‘Pastoral Danışmanlık’ adı verilmiştir. Bir pastorun danışan kişiye Yeni Ahit’in öğretilerine göre yol göstermesi ve danışma süreci boyunca Yeni Ahit’i esas alması şarttır. Pastorlar danışmanlığın amacının insanlara ‘İsa’nın halkına yaklaştığı gibi’ yaklaşmak olduğunu kabul ederler. Bunu gerçekleştirebilmek için insanları anlamaya çalışır, Tanrı tarafından sevildiklerini, Tanrı nezdinde değerli varlıklar olduklarını göstererek onlara dini tebliğ ederler.

Pastoral Danışmanlığın ortaya çıkış süreci 2. yüzyılın başlarına kadar dayanmaktadır. O dönemden itibaren Hıristiyan ruhban sınıfı, günahlarla ağırlaşarak hastalıklı hale gelmiş ruhları iyileştirmeyi kendisine görev edinmiştir. Ruhban sınıfına ait din adamları danışanları anlayabilmek için duygu ve düşünceleri incelemişler ve kişinin zihinsel durumuna ilişkin bilgi edinme yöntemi olarak ortaya çıkan ilk psikolojik tekniklerden, içebakış (introspective) metodunu kullanmışlardır. Pastoral Danışmanlıktaki danışanlara yaklaşım biçimiyle paralel biçimde psikolojinin ayrı bir bilim olarak ortaya çıkmasında da içebakış metodunu bir terapi yöntemi olarak kullanan öncü psikologların çalışmaları etkili olmuştur. Pastoral danışmanlık ile psikoloji bilimi arasında gözlemlenebilecek ortak noktaların en başında bu yöntemsel benzerlik gelmektedir.*1

Psikolog Bernard Dale Wakley, Hıristiyanlık açısından psikoterapi yöntemlerini incelediği, seküler psikoterapi yöntemlerinin yanında Adler’in teorisinin Hıristiyanlık inancına uygun yöntemlerden biri olduğunu savunduğu doktora tezinde, geniş çaplı sosyal hareketlerin bireylerin yaşam biçimi üzerindeki etkilerinden ve Pastoral Danışmanlık hizmeti veren ruhban sınıfının bu toplumsal değişime kayıtsız kalmayarak bireye yönelik yaklaşımlarını nasıl reforme ettiklerinden bahsederken bu süreçler ile ilgili pek çok önemli noktaya da değinmiştir. Wakley’e göre, kütüphanecilik alanında çalışmaları bulunan Jean Elizabeth Lowrie, Hıristiyan ruhban sınıfının insan vücudunu “tüm kozmosu temsil eden bir mikro kozmos ve evrensel hiyerarşinin en alt basamaklarından biri” şeklinde değerlendirdiğini söylemiştir. 17. yüzyılın ünlü düşünürlerinden, filozof John Locke ise söz konusu hiyerarşik düşünceden farklı olarak insanın bütün hayatı boyunca sahip olduğu bir tek kişiliğin tek bir bilinci yansıttığını söylemiştir. Locke’un bu iddiası daha sonradan bireyselcilik akımının başlamasında etkili olmuş ve bireye yönelik bir yaklaşım ortaya koyma çabasındaki pek çok bakış açısına etki ettiği gibi, Pastoral Danışmanlığın danışanlarına yaklaşım biçiminde de önemli bir etkide bulunmuştur. Ruhban sınıfı, Locke’un düşüncelerinin yayılmasından sonra danışanlarıyla girdikleri terapi süreçlerine ‘kişinin kendisini sevmesi’ gibi olguları dâhil etmeye başlamış buna karşın hiyerarşik yapıya verilen önem ise giderek azalmıştır. Bu noktadan sonra değişen bakış açısıyla kişinin kendisini sevmesi teolojik manada günah olarak kabul edilen bir bencillik hali olarak değil, topluma karşı sorumluluk ve doğru bir tutum olarak algılanmış ve teşvik edilmeye başlanmıştır.*2

Başlangıcı 17. yüzyıla dayanan Aydınlanma Çağı’nın etkileri, 18. yüzyıl başlarında bireyin iç dünyasının önem kazanarak ön plana alınmasıyla Pastoral Danışmanlığa ve din adamlarının bireye yaklaşımına önemli şekilde etki etmiştir. Halkın koloni şeklinde yaşadığı dönemde Amerika’da, sosyal, politik ve dini görüşlerde köklü değişiklikler yaşanırken Pastoral Danışmanlığın pek çok temel konseptine ilişkin anlayış da yeni bir boyut kazanmış, insanların his ve düşüncelerinin içeriğini anlama çabası artmış özellikle melankoli ve stres gibi kavramlar üzerinde çalışmaya başlanmıştır. Din değiştiren kişilerle görüşerek duygu ve düşüncelerini inceleyen din adamları, bunu her ne kadar teolojik bir kontekst içerisinde yapmış olsalar da, yapılan uygulamanın dili tamamıyla psikolojiktir.*3 Din adamları tarafından incelenen melankoli ve stres gibi kavramlar ise günümüzde psikoloji biliminin konusu olarak karşımıza çıkan önemli kavramlardandır.

Doktora tezinde, 20. yüzyılda ortaya çıkan Pastoral Danışmanlığın bireye yaklaşımına etki eden akımlardan da söz eden Wakley, I. Dünya Savaşı sonrasında ulusların girdiği toparlanma sürecinde ekonomik açıdan kazanılan bireysel başarı gibi kavramların öneminin giderek artmaya başlamasına değinmiştir. Bu süreçte insanların bireysel tutumlarını ve ilgilerini gözlemleyen kilise ve ruhban sınıfı, toplumda popülerlik kazanan bu eğilime kayıtsız kalmayarak yaklaşımlarını bu doğrultuda reforme etme gereği duymuştur. İlerleyen yıllarda John Dewey ve Carl Rogers gibi isimlerin 20. yüzyılın eğitim alanındaki fikirlerinin ortaya yeni bir bakış açısı koyduğunu belirten Wakley, bu kişilerin eğitimi deneyimin yeniden şekillenmesi ve organize edilmesi olarak tanımladıklarını söylemiştir. Din adamlarının halka uyguladıkları eğitim sistemi üzerinde etkili olan bu yaklaşımlar sayesinde, kiliselerde ‘pazar okulları’ adıyla verilen kurslarda insanın gelişim süreçlerine paralel bir eğitim anlayışı ortaya çıkmış ve bu doğrultuda pastorlar, temel gelişim psikolojisi eğitimi almaları konusunda teşvik edilmişlerdir.*4
İkinci Dünya Savaşından sonraki yıllarda ise Pastoral Danışmanlık, seküler psikolojiye teknik ve metodolojik açıdan daha fazla yakınlaşarak benzer bir dili konuşmaya başlamıştır. Ancak teolojik etkinliği baskın olan bu dil, içerik açısından daha çok dini doktrinlerin akıl sağlığı üzerinde önemli bir etkisi olduğunu vurgulamaktadır.*5 1950’lerde Rogers’ın ortaya koyduğu danışan odaklı psikoterapi anlayışı, psikolojide hümanist bir bilimsel metodolojinin ortaya çıkmasına neden olmuş Abraham Maslow, Gardner Murphy ve Gordon Allport gibi ünlü teorisyenler, psikolojide ‘üçüncü güç’ adıyla bilinen bu akımı desteklemişlerdir. Bireyin potansiyel gelişimine, yaratıcılığına ve kendini gerçekleştirmesi üzerine odaklanan bu anlayış, pastoral danışmanların terapi metotları üzerinde de etkisini göstermiş, bireyin teolojik açıdan ruhsal olgunlaşmasını öngören bir danışmanlık modeline doğru meyletmelerini sağlamıştır.*6

*1 Bernard Dale Wakley, Alfred Adler and the Pauline Doctrine of Justification By Faith: A Model For Christian Psychotherapy, (Graduate School of the Union Institute, Doktora Tezi), Ohio, 1995,, s. 83, 84.

*2 Bkz. A.e., s. 88-92.

*3 Bkz. A.e., s.93-94.

*4 Bkz. A.e., s. 103-106.

*5 Bkz. A.e., s. 110.

*6 Bkz. A.e., s. 114-115.

Alfred Adler’in Dine Yaklaşımı

Dine karşı genel olarak ılımlı bir tavır sergileyen Alfred Adler, kendi din görüşünü hiçbir zaman net olarak ortaya koymamış, Tanrı’nın ontolojik varlığına ilişkin herhangi bir yorumda bulunmamıştır. Bir dönem beraber çalıştığı protestan rahip Ernest Jahn ile birlikte yazdıkları “Din ve Bireysel Psikoloji” adlı kitapta, Adler’in Tanrı’nın varlığı ile ilgili tartışmalara girmediği, Tanrı’nın insanlar üzerindeki etkisinden bahsederken ‘Tanrı fikri’ (the idea of God) gibi ifadeler kullanmasında da görülmektedir.[1] O bu konuda çekimser kalmayı tercih etmiş ve bilimsel olarak açıklamasını ispatlayamayacağı bir konu hakkında görüş bildirmemeyi doğru bulduğunu söylemiştir. Protestan rahip Ernest Jahn’a göre Adler, kesinlikle ateist değildir.[2] Adler’in kişisel dini kimliği hakkında, Yahudi bir ailede doğduğu, anne ve babasının Yahudi inançlarına bağlı, dindar insanlar olduğu, fakat katı birer Ortodoks olmadıkları bilinmektedir. Dini öğretiyle arasındaki bağı çok kuvvetli olmayan Adler’in bir süre sonra aile geleneğinden uzaklaştığı ve 34 yaşındayken din değiştirmeyi seçtiği, bu noktada dine karşı ateist olma veya agnostik durma gibi bir tutum sergilemek yerine Hıristiyan mezhebi Protestan’lığın bir kolu olan Evanjelik kilisesine bağlandığı ve çocuklarını da bu geleneğe göre vaftiz ettirdiği görülmektedir. Hıristiyan inancının kendisini tamamıyla ikna ettiğini ve dindar bir yaşam tarzını benimsediğini söylemek zor da olsa, 1920’li yılların sonlarında psikoterapi ve din ilişkisine olan ilgisi artan Adler, 1930’lu yıllara kadar çalışmalarında ve makalelerinde din ile maneviyatın insan psikolojisi üzerindeki etkisini konu edinmiştir.[3]

Toplumsal ilgi kavramı açısından gelinebilecek en önemli noktanın insanın kendisini evrensel bir bütünün parçası olarak görmesi olduğunu savunan Adler, kabul görmüş ahlaki kurallara dayanan her gerçek din formunu insanlığın sahip olduğu olası en yüce değer olarak kabul etmiştir. ‘Tanrı’ fikrinin insanlık tarihinde düşünülmüş en akıllıca kavram olduğunu belirten Adler, diğer yandan doğduğunda mensubu olduğu Ortodoks Yahudi geleneğine, Tanrı’ya yönelik tutumlarından dolayı fazlasıyla şüpheyle yaklaşmıştır. Yalnızca tek bir etnik gruba ait bir inanç sistemi olarak kabul edilen Yahudilik’ten bu nedenle ayrılan Adler, bu görüşün aksine tüm insanların evrensel bir inançla, ortak bir Tanrısal varlığı paylaşmalarını istemiştir.[4]

Adler, insanı adeta biyolojik bir makineye indirgeyen dönemin mekanist yaklaşımı karşısında zıt bir duruş sergilese de, Tanrı ve din olgusunu bilimsel metodun dışında gördüğünü belirtmesinin, 19. Yüzyılın seküler bilimsellik düşüncesinin etkisiyle bilim din ilişkisini ele almasından kaynaklandığı söylenebilir. Big Bang Teorisi[5] ve Entropi Yasası[6] gibi maddenin ezeli olamayacağını, Bilinçli bir Yaratıcı tarafından belli bir düzen içinde yaratılmış olan, Evrenin bir başlangıcı olduğunu ortaya koyan önemli teoriler, o dönemde henüz ortaya atılmamıştı. Bu sebeple eğer Adler kendi döneminden daha sonraki bir dönemde yaşasaydı, din ve bilim ilişkisine yönelik söylemlerinin değişebileceğini, bilim ve din arasında bir çatışmanın zorunlu olmadığı ortaya konulduktan sonra, mevcut teorisinde çok daha net izahlarının öne çıkabileceğini düşünmek mümkündür.

Dolayısıyla Adler’in ortaya koyduğu kavramların din ile ilişkisini değerlendirirken döneminin etkisini göz ardı etmenin mümkün olmadığı görülmektedir. Bu bölümde Adler’in dini kimliği ve şahsi söylemlerinden ziyade, ortaya koyduğu terapi sisteminde, din kavramının ve tüm dini içeriklerin rolünü anlamak, günümüze kadar kurulmuş olan Bireysel Psikoloji ve din ilişkisini, teorinin pek çok alanına nüfuz ederek bir adım ileriye taşımak amaçlanmaktadır. Bunun için Adler’in Bireysel Psikoloji sistemindeki temel öğelerin, Tektanrılı dinlerin sistemleriyle paralellik gösteren yönleri incelenmeye ve din psikolojisi açısından bu paralellikler değerlendirilmeye çalışılacaktır.

[1] Johansen, Thor, Religion and Spirituality in Psychotherapy: An Individual Psychology Perspective, (New York: Springer Publishing Company, 2010), s. 44.

[2] Leroy G. Baruth & M. Lee Manning, “God, Religion, and the Life Tasks”, Individual Psychology, 43:4, (1987), s. 431.

[3] Gert Rietveld, “Similarities Between Jewish Philosophical Thought and Adler’s Individual Psychology”, The Journal of Individual Psychology, Trans. by Eeuwe Ham, 60:3, (2004), s. 209.

[4] Phyllis Bottome, Alfred Adler: A Biography, (New York: G.P. Putnam’s Sons, 1939), s. 40.

[5] 1957’de Belçikalı papaz ve bilim adamı Georges Lemaitre tarafından ortaya koyulan Big Bang Teorisi, Evrenin tek bir bileşimden açılarak oluştuğunu, her an genişlediğini, zaman geriye doğru sarıldığında ise Evrenin genişlemesinin gittikçe küçüleceği ve evrendeki bütün maddenin tek bir noktada birleşeceğini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla Big Bang Teorisi, Evren’in ve maddenin yoktan var olmadığını, 13,7 milyar yıl önce tek bir noktadan başladığını ispat etmektedir.

[6] Termodinamiğin ikinci yasası olan Entropi, kendi haline bırakılan sistemlerin düzensizliğe doğru değiştiğini, enerjinin daha az kullanılabilir hale doğru gittiğini ve sonuçta tamamıyla tükenerek işe yaramaz hale geleceğini ispat eder. Dolayısıyla eğer Evren sonsuzdan beri var olmuş olsa, sonsuz zamanda hareket tamamen duracağı için, Evren’in bir başlangıcı olması gerektiğini ortaya koymaktadır.

  • Makale Ali Engin Uygur’un “Din Psikolojisi Açısından “Alfred Adler Psikolojisi’nin Değerlendirilmesi” başlıklı yüksek lisans tezinden alıntılanmıştır. Tüm Hakları Saklıdır.